On beş yıl önce bir vesileyle kaleme aldığım ‘’Türkiye İçin Bir Demokratikleşme ve Sivilleşme Perspektifi’’ başlıklı raporun bir yerinde şöyle yazmıştım:
‘’(İ)çinde bulunduğumuz iki binli yıllarda Türkiye yeni bir dönemecin eşiğinde bulunuyor ve bunun siyasî sistemimize ilişkin son derece önemli sonuçları bulunmaktadır. Avrupa Birliği’ne tam üyelik davası bunun sadece bir parçasını oluşturmaktadır. Bu dönemeç, ülkemiz için hem fırsatlar ve potansiyeller hem de riskler taşıyan bir eşiği işaret etmektedir. Bu fırsatları akıllıca değerlendirmesi halinde, Türkiye’nin modernleşme tarihinde son derece önemli bir merhaleyi aşması ihtimal dâhilindedir. Buna karşılık, karşı karşıya bulunduğumuz fırsatları iyi değerlendiremezsek, bugün sadece birer ihtimal olan risklerin gerçek olması işten bile değildir. Böyle bir durumda, korkulur ki, Türkiye, devri artık geçmiş bulunan bir nevi ‘Üçüncü Dünya’ ülkesi olarak dünyanın taşrasında kalacak ve aydınlık bir gelecek ümitlerini de büyük ölçüde yitirecektir.‘’
Yukarıdaki satırları kaleme aldığım 2005 yılında Türkiye’nin siyasî durumu belirsiz görünüyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi reformist bir programla iktidara gelmişti ama statükonun muhalefeti yüzünden bu vaadini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği belli değildi. Nitekim özellikle zamanın cumhurbaşkanı, yargı bürokrasisi ve silahlı kuvvetler değişime ayak sürüyor, hatta direniyor; bu amaçla sistemin vesayetçi mekanizmalarını kullanarak AKP hükümetlerini bloke etmeğe çalışıyorlardı. En temelde, statüko güçleri demokratik yoldan iktidara gelmiş olsa da AKP’nin Türkiye’yi yönetme hakkını kabul etmek istemiyorlardı. Bu direnç yer yer genelkurmay başkanının ve kuvvet komutanlarının hükümete ‘’posta koyma’’ları ve hatta doğrudan doğruya ‘’muhtıra’’ vermeleri, bu arada sözde ‘’sivil’’ unsurlarla işbirliği halinde ve ana akım medyanın desteğiyle ülkeyi destabilize etmek amaçlı provokasyonlar tertiplemek şeklinde kendisini gösteriyordu.
Tabiî, o tarih itibariyle AKP liderliğinin, özelikle de Erdoğan’ın sahici bir reformist iradeye sahip olduğundan kuşkulanmak için henüz bir neden yoktu. Çünkü devletin demokratikleşmesi ve toplumun özgürleşmesi Partinin kendi tabanı için de zorunlu görünüyordu. Fakat zamanla, bir yandan devlet içindeki vesayetçi unsurların geriletilmesinden, öbür yandan da başlangıçta neredeyse kolektif yapıda olan parti liderliğini Erdoğan’ın kendi kişisel liderliği lehine dönüştürerek AKP’yi tamamen kendi kontrolü altına almayı başarmasından sonra, anlaşıldı ki, AKP’nin ve ‘’Reis’’inin başlangıçta kamuya deklare edilmemiş olan başka (gizli) bir gündemi varmış.
İronik olan şu ki, Erdoğan’ın kendi gizli gündemini gerçekleştirmesi de ancak tasfiye etmek için çabalar göründüğü statüko güçleriyle yaptığı işbirliği sayesinde başarabildi. Bu işbirliğini mümkün kılan da, hem Gülen cemaatinin hem de Kürt hareketinin tasfiyesinin ve ayrıca demokrasisiz bir rejimin yerleştirilmesinin her iki tarafın da menfaatine olmasıydı. Öyle görünüyor ki, devletçilik ve Türkçülük resmî dogmaları Erdoğan ve AKP’nin görünüşteki İslâmcı enternasyonalizmine ters düşmemektedir.
Onun içindir ki, AKP hükümetlerinin 2010 yılına kadar gerçekleştirdiği reformist atılımlara ve AB üyeliği yolunda kat ettiği hatırı sayılır mesafeye, bu arada hatta Kürt sorununun çözülme yoluna girmiş olmasına rağmen, izleyen yıllarda bu atlımın arkası gelmedi. Arkası gelmek şöyle dursun, 2011 yılından itibaren gidişat tersine dönmeye başladı. Bu aslında tam da sözde tasfiye edilmek istenen statüko güçlerinin de istediği şeydi.
Başka bir ifadeyle, AKP’nin ‘’vesayeti geriletmesi’’ ülkenin özgürleşmesi ve demokratikleşmesiyle sonuçlanmadı. Çünkü AKP ve Erdoğan’ın yaptığı ‘’vesayeti geriletmek’’ten baret değildi, vesayeti geriletmek adına sistemin iyi-kötü var olan diğer denge ve denetim mekanizmaları da kaldırıldı. ‘’Reis’’in, sâdık adamlarıyla birlikte, toplum üzerinde görünürde kendi vesayetini kurması işte ancak böyle bir zeminde mümkün olabildi. Bu önce de facto bir durum olarak ortaya çıktı, ardından bu yeni vesayet düzenine Erdoğan’ın resmî-anayasal bir kılıf geçirmesi geldi.
Öyle veya böyle, sonuç olarak, Türkiye 2000’li yılların başlarında önünde var görünen söz konusu fırsatları maalesef kaçırdı. Daha da kötüsü, sadece fırsatları kaçırmakla kalmadı, o zaman korktuğum kötü senaryo da gerçekleşmiş oldu. Nitekim 15 yıl sonra bugün Türkiye bütün göstergeler bakımından medenî dünyanın gerisine düşmüş bulunuyor. Bu arada, Avrupa Birliği’nin tam üyesi olmak şöyle dursun, Türkiye kendisine, özgürlük ve demokrasi yokluğuyla birlikte ‘’kıt-kanaat’’ geçimin normal standart olduğu Rusya-Çin ekseninde yer arar hale geldi.
Ne yazık ki, bu çıkmazdan kurtulup kurtulamayacağımız da belli değil.
Türkiye’nin çıkmazı yahut kaçırılan fırsatlar
Paylaş