Son yıllarda Batılı medyada ve akademik camiada Türkiye hakkında geçerli olan görüş, ‘’kişisel yönetim’’ bugünkü rejimimizin baskın özelliklerinden biri olduğudur. Siyasî rejimimizin kişiselci karakteriyle ilgili bu teşhis akademisyenlerin fildişi kulelerinden uydurdukları bir spekülasyon değildir. Tam aksine, bu gözlem maalesef bir gerçeğe tekabül etmektedir. Bunu, son yıllarda ‘’Reis’’çi söylemin Türkiye siyasetinin merkezine oturmuş olmasına bakarak anlayabiliriz. Türkiye’de artık siyasî olan her şey ‘’Reis’’te bitmektedir.
Türkiye’de artık bütün siyasî tartışma Reisin varsayılan niyeti, kararı, tutumu veya politikaları etrafında dönmektedir. Herkes şuna kani olmuş durumdadır: Önemli bir siyasî karar şeklen hangi kurum, kuruluş veya merciden sadır olmuş olursa olsun, onun gerçek fâili Reistir veya arka planında Reis vardır. Çoğu kişinin sandığının aksine, bu durum 2017 anayasa değişikliğinin kaçınılmaz bir sonucu da değildir. Evet, bu ‘’başkancı’’ anayasa değişikliği cumhurbaşkanını güçlendirerek onu sistemin odağına yerleştirmiştir. Yine de bu yeni düzen bile bütün kamusal kurum, makam ve mercilerin etkisizleştirilerek ülkenin tek bir kişinin keyfî iradesine terk edilmesini öngörmemektedir.
Bugün karşı karşıya bulunduğumuz durum 2017 anayasa değişikliğinden çok, veya en az onun kadar, bu değişikliğin ‘’her şeyin Reisten sorulacağı’’ bir düzen getirdiğine halkın inandırılmak istenmesinden ve halkın da öteden beri buna inanmaya teşne olmasından kaynaklanmaktadır. Böylece, hem gücün sahibi hem de kendileri üzerinde güç kullanılanların çoğu memleketin temel ihtiyacının ‘’iyi’’ bir şef seçip işleri onun irade ve kararına bırakmak olduğu düşüncesinde birleşmiştir. Bu arada, şef sevgisi Erdoğan taraftarlarına özgü de değildir. Sanmıyorum ki, bugün AKP ve Erdoğan’a şiddetle muhalif olan kesim, ‘’çağdaş ve ilerici’’ (yani, Atatürkçü) olmak kaydıyla bir Reis ihtimaline kategorik olarak hayır diyecek olsun.
Sistemimizin kişiselci karakteri ‘’demokratik liderlik’’ ihtiyacıyla da ilgili değildir. Elbette, yerleşik demokrasilerde bile oturmuş kurum ve süreçlerin kendiliğinden işleyişiyle bütün meselelerin çözülmesine yetmeyebilir, bu da zaman zaman liderlerin inisiyatif almasını gerektirebilir. Ancak, demokratik liderlik kişisel siyasî çıkar amacıyla ve duygu sömürüsü yoluyla kitleleri manipüle etmekle değil, onları akılcı ve gerçekçi hedeflere yönlendirmek ve gerektiğinde kitle ruhunun irrasyonel yönelimlerini frenlemekle ilgilidir.
Şimdi mesele şu ki, bugün ‘’Reis’’in yüceltilmesinde kendisini gösteren şef tutkusu Türkiye için yeni bir şey değildir. Meselâ Cumhuriyet Halk Partisi’nin Atatürk’ün ölümünü takiben Aralık 1938’de yaptığı Olağanüstü Kurultay’da yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü ‘’Millî Şef’’ ve ‘’Değişmez Genel Başkan’’ ilân eden Tüzük değişikliğinin gerekçesi (özetle) şuydu:
“Şefin rolü her memlekette ve bilhassa parti hayatına yeni girmiş memleketlerde çok mühimdir. Çünkü politik kanaatleri ekseriya prensipler hâlinde birleştirecek ve olgunlaştıracak ve prensipleri zihinlere aşılayacak ve mütemadiyen besleyecek, memleket siyasetine istikamet verecek millet efradını politik sahada yetiştirecek olan şeftir./ Her cemiyette ve her parti içinde bu yüksek vasıflarda şahsiyetleri dâima hazır bulmak kolay olmadığı gibi, bir siyasî partinin idare-i âliyesini eline teslim ve emanet ettiği makam ve şahsiyet üzerinde sık sık değişiklikler yapması da otoriteyi zayıflatmak bakımından mahzurdan arî addedilemez.”
Bu paragrafta ifadesini bulan şefçi düşünce o dönemde geniş bir aydın mutabakatına da dayanıyordu. Söz gelişi Yusuf Akçura 1928’de Atatürk’ü ‘’Türk kudreti’’nin kendisinde somutlaştığı kişi olarak görüyor ve onun halka hitabını da ‘’ilahî’’ olarak niteliyordu. Samih Rıfat da 1925 yılında Atatürk’e şöyle hitap ediyordu: ‘’Büyük ve muhterem Gazi! Hangi vicdan seni mukaddesatının derinliklerinde hissetmez? Diyorlar ki, vâkıalar hiçbir zaman mefkûreye erişemez, fakat sen vâkıaların erişemediği bir mefkûre değil, mefkûrelerin erişemediği bir vâkıasın!’’
Aydınların böyle düşündüğü bir yerde halkın daha az şefçi olacağını beklemek herhalde gerçekçi olmaz. Gerçi, kişi kültünün Atatürk döneminde zirve yapmasının özel nedenleri vardır ve bunlar kısmen anlaşılabilir. Ancak, geçici bir durum olsaydı, kişiye tapınma eğilimini özgürlük ve demokrasi açısından sorun etmemiz gerekmeyebilirdi. Ne var ki, kişi kültü ülkemizde genel bir kültürel eğilimdir. Bu eğilim, Türkiye’de son yıllarda devletin bir kurumlar, statüler ve görevler ağı olmaktan çıkarak neredeyse tamamen bir kişinin iradesine endekslenmiş pre-modern bir niteliğe bürünmesinin de temelini oluşturmaktadır.
Türkiye’de demokrasiyle ilgili temel sorunlardan biri de budur.