Bıktık şu Corona illetinden.
Gittikçe artan vakalar karşısında hazır halkın yüzde doksanı eve kapanmışken, peak yapsın ve aşılanalım en geç Şubat ayı sonunda da bu kâbus bitsin. Mutasyon variant, derken de gerçekten hayattan da soğumaya başladık.
Siyaset de artık benim gündemimden düşmeye başladı. Dünya nerede, biz neredeyiz.
Sanki dünyanın merkezinde "Kıbrıs sorunu var" herkes ona göre yazıp çiziyor bu ülkede.
"Yok, hangi ülkeden o geldi temaslarda bulundu, yok İngiltere Dışişleri Bakanı geldi, yok BM özel temsilcisi geldi, yok Şubat sonu konferans, yok Temmuz ayında Avrupa’nın bir dağ kasabasında dörtlü uluslararası konferans, bıktık usandık." Değişen ne var? Hiçbir şey.
Atmış senedir sahnede bu film oynanıyor, kaçıncısı çevrildi bilemiyorum ama sahne değişiyor, kişiler değişiyor, perde açılıyor ama senaryo aynı.
Bitmez tükenmez bir La Fontaine masalı var.
Bizim gibi halklar da sessiz sakin gösterimdeki filmi izliyor. Çok acılar çekmiş olarak bıkmış usanmış mücadeleden. "aman aylıcığımı alayım, çocuğum memur olsun, bilmem kaç ay izin, yok kış mesaisi, yok yaz mesaisi” derken bir ömür uyutulmuş nesiller. Kaç yıldır, işte hesap edin. İster yetmiş dört sonrası, ister seksen üç, ister doksanlar vs. vs…
Şimdi Allah var eskiden devlet daireleri daha bir ciddi ve düzenli idi.
Benim annem, babamın dönemindeki memuriyet farklı ve başkaydı.
Ben bir memur çocuğuyum ama onların nasıl disiplinli çalıştıklarını o dairelerde büyüdüğüm için bilirim. Yetmişli, seksenli yıllarda memuriyet yapanlar çok iyi bilir. Farklı bir disiplin vardı. Liyakat vardı. Siyaset, devletin içine bu kadar hâkim değildi. Yine vardı ama bu kadar her şey bir biri içine girmemişti.
Film ne zaman koptu?
İşin ucu Annan Planı’ndan sonra kaçtı.
İnşaat patlaması, çehresi değişen ülkemiz, başta Girne, İskele, Mağusa derken bir anda devlette çalışanların daha fazla kolaycılığa, bana neciliğe itti.
“Yapacak bir şey yok. Böyle gelmiş böyle gidecek” dediğinizi duyar gibiyim.
Neyse gelelim konumuza…
Üç yıl önce tam da bu zamanlar GAÜ Mimarlık Fakültesi tarafından hazırlanan bir konferansta o dönemlerde Müsteşar olarak yaptığım konuşmanın fotoğraflarını sağ olsun Google bana hatırlattı.
“Urban Architecture and Design” ile ilgili bu konferansta özellikle kendi alanım olan turizm sektörlerindeki gelişmeleri bağdaştıran bir konuşma yaptığımı hatırlıyorum. Çok keyif aldığım, dinleyiciler ile son derece interaktif bir toplantı idi.
Hayatımın hiçbir döneminde yazılı bir metine sadık kalarak konuşma yaptığımı hatırlamıyorum.
Sevmiyorum açıkçası. Belki sahneye olan sevgimden karşımda oturan kişilerin mimikleri, göz temasları benim için müthiş önemlidir.
Sınıf ortamında da aynıyım, bir an bile olsun öğrencilerimden göz temasını eksik etmemeye çalışırım.
Bu sizi dinleyenler ile en etkin ve doğru iletişim yoludur.
Neyse konferansa dönelim.
Konferansta LEED sistemi üzerine yaşanan turizm sektöründe gelişmeleri bahsetmiştim.
(Leareaship in Energy, Environmental Design). Enerji ve çevresel şekillendirmede liderlik.
Müthiş beni etkileyen bir durum açıkçası…
Çocukluğumdan beri büyük oteller yapı olarak beni inanılmaz etkilemiştir.
Daha yirmili yaşlarımın başında iken o dönemlerdeki patronum Aziz Bey (John Aziz) "İsmet üç yüz yataklı bir oteli idare etmek bir kasabayı, bin yataklı oteli yönetmek ise bir şehri yönetmek ile aynı anlama gelir" demişti.
Haklıydı da. Elektrik, su, bakım, onarım, personel, sevk idare, plan, organize, faaliyet, müthiş aktif ve enerji olunması gereken ve sürekli kontrol altında tutulması gerekli işlerdi.
Bu süreçlere, doksanlı yılların sonu iki binli yılların başında İSO HAACP uygulamaları Toplam Kalite yönetimi anlamında (TQM Total Quality Management) damgayı vurdu.
Bu anlamda yaptığımız çalışmalar neticesinde Malpas Otel’e İngiltere'den on altı aylık ciddi bir denetleme ve hazırlık süreci sonunda bu belgeleri aldığımızı hatırlarım. Zor ama gerçek kalite anlamında otel ve mutfak yönetimlerine müthiş kalite standartlarını sağladığına inanıyorum.
Şimdilerde ise trend olan LEED
Nedir bu LEED? Bir binanın, otelin yapım aşamasında mimari olarak çağın gereklerine göre tasarlanması kısacası.
Dünyanın en yaygın kullanılan ve tanınan yeşil bina sınıflandırma sistemi olan LEED sertifikası kullanımında gelişmiş ülkelerin yanında, turizm gelişim hamlesini doksanlı yıllardan sonra yapan Türkiye’de ilk sıralarda yer alıyor.
Amerikalılar her alanda nasıl öncü oldur ise LEED (Leadership in Energy and Environmental Design - Enerji ve Çevresel Tasarımda Liderlik), ABD’de yeşil bir binayı tanımlayacak tasarım ve inşaat uygulamalarını derecelendirmek üzere, ABD Yeşil Bina Konseyi (USGBC) tarafından 2000 yılında kuruldu. LEED, yaptığım araştırmalara göre; global olarak 150'den fazla ülkede kullanılmaktadır. Amerikalılar Mimari dünyada LEED sertifikasını gerektiren sürdürülebilir mevzuat, kurallar veya politikaları yürürlüğe koymuştur.
LEED, mevzuat ve standart puanlama sisteminde “Arazi Seçimi, Su Verimliliği, Enerji ve Atmosfer, Malzeme ve Kaynaklar, İç Mekân Çevresel Kalite, Bölgesel Öncelik ve Tasarımda Yenilik” olmak üzere 7 kategoride puanlamadan oluşmaktadır.
Bu kategorilerde minimum enerji, su kullanımını azaltma, geri dönüşüm toplama ve tütün dumanı kontrolü gibi zorunlu ön koşullar karşımıza çıkmaktadır. LEED sertifikasyonunun dört seviyesi vardır; Sertifika, Gümüş, Altın ve Platin. İlk aşamada saha ziyaretleri (on site audit ) gerekli değildir ve inşaat tamamlandıktan sonra sertifika oluşabilir.
Turizm ve Çevre Bakanlığı bu anlamda yeni otel sınıflandırma kriterleri içerisine bu sistemi de dâhil etmelidir diye düşünüyorum. Bir mecburiyet olmasa bile kriterlerin içerisine eklenebilir. Beş yıldız plus (hep yıllardır tartışma konusu olan) bunlar kolaylıkla enjekte edilirse bu anlamda alınacak puanlar beş yıldız ve beş yıldız plus ayrımını da sektöre getirecektir. Çünkü Green binalar artık misafirler ve potansiyel turistler tarafından da aranan kıstaslar arasında yerini almaya başladı.
Turizm Hayattır.