-Aşağıdaki pasajı yıllar önce kaleme aldığım bir makaleden aktarıyorum:
‘’Bizim aktüel siyasal kültürümüz özerk birey kavramına olumsuz bir kategori olarak bakmakta ve onu bozguncu veya en azından toplumu çözücü (disintegrative) saymaktadır. Liberalizmin şiarı olarak anılagelmekte olan ‘bırakınız yapsınlar!’ çağrısının, Türkiye’nin hem sağcı hem de solcularını dehşete düşürmesinin anlamı da burada yatıyor. Gerçekten, bireylerin kendi kaderlerini tayin etmeleri düşüncesiyle ilişkili bulunan müsadekâr (permissive) ‘bırakınız yapsınlar’ düsturunun insanların dışarıdan bir otorite eliyle yönlendirilip hizaya sokulmasını gayet tabiî gören bir kültürde benimsenmesini beklemek gerçekçi olmazdı. Böyle bir kültürün şiarı olsa olsa ‘sıkı tutun, bırakmayın!’ nidası olabilir.’’ (‘’Siyasal Düşüncede Liberal Gelenek’’, 1990)
Bu satırların üstünden 35 yıl geçtikten sonra değişen bir şey yok, hatta son yıllarda durum daha da kötüye gitti. Esasen, bu meselede iyi yönde bir gelişme eğilimi var olsaydı bile, zihniyet yapılarının ve kültürel kodların ancak on yıllarla ölçülen bir zaman diliminde değişmesi zaten beklenemezdi.
Evet, bugün halâ genel olarak Türkiye toplumunda yaygın olan zihniyetin baskın özelliği özgürlükten hazzetmemek, hatta ondan korkmak olan kontrolcü ve düzenlemeci bir zihniyettir. Çünkü bu toplumun kültürel geleneğinde birey olarak insanı başlı başına bir değer ve ahlâkî bir özne olarak gören bir damar yoktur. Türkiye’deki hâkim kültürün cemaatçi (komüniteryen) karakteri bağımsız veya özerk birey fikrinin yerleşmesine imkân vermemiştir. Bu kültürde kişilerin ayrı birer birey olarak var olmaları ve bu sıfatla saygı görmeyi beklemeleri bencillik olarak yaftalanmaya açıktır.
Bizim kültürümüzde bireye ve bireyselleşmeye hayat hakkı tanımak şöyle dursun, bu kavramlar Türkiye’de neredeyse bir küfür olarak görülmektedir. Birey insana bu güvenmezlik, hayatı nasıl yaşayacaklarına kendilerinin karar vermeleri anlamında ‘’kendi başına bırakılmaları’’nın bireylerin hem kendileri hem de ‘’toplum için’’ zararlı olacağından emin bir ruh halini yansıtmaktadır. Müdahaleciler herhangi bir haricî müdahale veya yönlendirme olmadan kendileri için tercih yapan kişilerin ‘’ya davulcuya ya da zurnacıya varacakları’’ndan emindirler.
Bu arada, özgürlük-sevmezlerin gözde kavramı olan ‘’düzenleme’’ (regulation) bireysel müdahale eğiliminin genelleştirilmiş halinden başka bir şey değildir. Söz konusu güvensizlik Türkiye’de daha özel olarak bireysel alana ahlâkçı ve ilkesiz bir müdahaleciliği de beslemektedir. Dahası bu müdahale eğilimi yer yer insanların özel hayatlarına ve hatta dinî inanç alalarına izinsiz (‘’destursuz’’) giriş biçimini alan bir saldırganlık hüviyeti kazanmıştır.
Toplumumuzun zihniyet ve kültür dünyasına hâkim olan bu kontrolcü ve müdahaleci eğilimi besleyen dinsel bir damarın var olduğunu da bu arada kaydetmek gerekiyor. Türkiye’de baskın dinî anlayış bireysel hayatlara müdahaleyi iki yolla teşvik etmektedir. İlk müdahale biçiminin referansı bizatihi kötücül olan ‘’nefs’’ kavramıdır, bireyselliğin onu kontrol eden ‘’nefs’’ kavramıyla özdeşleştirilmesidir. Bu kavram dinsel otoritelerce bireyselliğin her tezahürünün kötü olarak yaftalanıp ‘’mü’minler’’in zihnine zerk edilmesini sağlamakta, bu da kişilerin kendine güvenlerini yıkmakta ve böylece ahlâkî eylem öznesi olmaları ihtimalini darbelemektedir.
Türkiye’deki hâkim (Sünnî) din anlayışı sadece ayrı bir birey olmanın kendi başına değerini reddetmekle kalmamakta, yer yer hayattan zevk almayı ve mutlu olmayı bile kendi başına ‘’kötü’’ olarak tanımlayan sapkın bir anlayışa evrilmektedir. İronik olan şudur ki, bu dinsellik öğretisi bir yandan mü’min kişinin bu şekilde bireyselliğini yok ederek onun fail olabilmesinin zeminini ortadan kaldırırken, öbür yandan aynı kişiden Tanrı ve/veya toplum nezdinde ‘’iyi’’ eylemlerin öznesi olma sorumluluğunu üstlenmesini beklemektedir!
Türkiye’deki baskın dinsel anlayışın bireylerin özel alanlarına müdahaleyi kolaylaştıran ikinci bir dayanağı da ‘’hakikat tekelciliği’’ iddiasıdır. ‘’Ulema’’sı ve sıradan mü’miniyle Türkiye’deki Müslümanlar hem kozmik ve dünyevî hakikati bildiklerinden, hem de sadece kendilerinin bildiklerinden emindirler. Müslümanlığın Tanrı tarafından gönderilmiş olan ‘’en son ve mütekâmil din’’ olduğuna inancı onlarda kibri ve kendilerini üstün görme duygusunu teşvik etmektedir.
Şu var ki, bu üstünlük psikolojisinin hedefi sadece Müslüman olmayanlar değildir. Koyu dindarlar dinsel pratikleri zayıf olan veya ibadetlerin icrası konusunda ‘’gevşek’’ davranan diğer dindaşlarına karşı da genellikle aynı üstünlük duygusunu taşımaktadırlar. Bundan dolayı çoğu dindar ‘’hakikat’’i bu dindaşlarına da götürme konusunda onların bireysel alanlarına saygı duymayacak ölçüde ileri gitmekte beis görmemekte, kısaca daha az dindar saydıkları (belki de hiç dindar saymadıkları) dindaşlarının bireysel alanlarına saygı duymamaktadır.
Özgürlük karşıtı müdahaleci zihniyet sahibi kişi doğası icabı aynı zamanda devletçidir de. Hem başkalarının hayatına kendisi müdahale edemediği yerde devleti müdahale etmeye çağırması anlamında, hem de genel olarak müdahaleci siyasetleri desteklemesi anlamında.
Onun içindir ki, özgürlük-sevmez halkımızın çoğunlukla devletçi olmasına ben şaşırmıyorum.