Geçen hafta Ankara-Altındağ’da meydana gelen Suriyelilere yönelik toplu linç girişimini sadece siyasî ve idarî yöneticiler değil hepimiz bir alarm olarak almalıyız. Göçmeni ve mültecisiyle ülkemizdeki yabancıları hedef alan bu olayın benzerlerinin meydana gelmemesi için yetkililerin gerekli tedbirleri alması elbette şarttır, ama toplum olarak bizim de en başta kışkırtmalara karşı uyanık ve soğukkanlı olmamız gerekiyor.
Altındağ’da anlık bir olay olarak gelişen yabancılara yönelik saldırı girişiminin arkasında etnik temizlik niyeti olduğu söylenemese de, bunun tehlikeli bir ‘’yabancı düşmanı’’ eylem olduğu açıktır. Esasen, etnik temizlik sivil bir hareket olmaktan önce, bir ulus-devlet politikasıdır, amacı da nüfusu etnik-kültürel bakımdan homojenleştirmektir. Nitekim etnik temizlik amaçlı pogromlar da Türkiye’nin bilmediği bir şey değildir.
Yeni Türkiye’nin kuruluş dönemindeki bu bakımdan pek yüz ağartıcı olmayan sicili bir yana, Cumhuriyet döneminde bile (Yahudilere yönelik) 1934 Trakya, (Rumlara yönelik) 1955 (6-7 Eylül) İstanbul pogromu olmak üzere iki büyük pogrom yaşandı. Bunlara, teknik anlamda pogrom olmasa da, 1964’te binlerce Rum’un devlet tarafından ülkeyi terk etmeye zorlanması da eklenebilir. Üstelik Yahudiler ve Rumlar, özellikle de ikinciler bu topraklarda hiç de ‘’yabancı’’ sayılmazlar.
Önümüzdeki haftalar ve aylarda bu türden daha büyük faciaların yaşanması ihtimaline karşı hepimizin daha dikkatli olmamız, özellikle ‘’ulusalcı’’ ve ‘’milliyetçi’’ kesimlerden gelebilecek kışkırtmalar karşısında soğukkanlılığımızı yitirmememiz gerekiyor. Ülkemizin hâlihazırdaki şartları pogrom veya pogrom benzeri müessif olayların gelecekte –üstelik daha sıkça- ortaya çıkmasına maalesef çok müsaittir. Nitekim bugün Türkiye’de çoğu Suriyeli ve Afgan olmak üzere, göçmeni ve ‘’mülteci’’siyle toplam olarak 5 milyonun üzerinde, yani halkımızın zaten teşne olduğu yabancı düşmanlığını fazlasıyla harekete geçirecek miktarda yabancı yaşıyor.
Yabancı düşmanlığı çoğu zaman milliyetçiliğin bir sonucu olmakla beraber, onu harekete geçiren başka motifler de vardır. Milliyetçiliğin yabancı düşmanlığı için muharrik bir güç olması şaşırtıcı değildir. Malum, milliyetçilik millet veya ulusu kendinden olmayan ‘’öteki’’ üzerinden tanımlar. Bu tanım iyi olan ‘’biz’’ ile kötü veya düşman olan ‘’ötekiler’’ karşıtlığı üzerine oturur. İster resmî makamlar isterse sivil bireyler olsun, milliyetçilerin ‘’öteki’’ korkusu onları ülkedeki yabancıları kültürel saflığımızı bozan (hatta ‘’ırkımızı kirleten’’) unsurlar veya ülkemizde bulunmayı ‘’hak etmeyen’’ mütecavizler olarak görmeye sevk eder.
Mesele sadece milliyetçilik de değildir; yabancı düşmanlığı bazen –özellikle, yabancı nüfusun çoğaldığı dönemlerde- ‘’iş ve aşını’’ kaybedeceği, ‘’ekmeğine’’ ortaklar çıkacağı veya kamu düzeninin bozulacağı ve huzurun kaybolacağı (‘’sığınmacılar sorun yaratıyor’’) gibi endişeler veya korkulardan kaynaklanır. Bu tür duyguları en çok tetikleyen, göçmen veya mültecilerin devlet yardımı almaları veya iktisadî hayatın bazı sektörlerinde ağırlık kazanmalarıdır. ‘’Devletten yardım alıyor ve kral gibi yaşıyorlar’’ yakınmasında kendini gösterdiği gibi.
Özel olarak Afgan göçmenler söz konusu olduğunda bazı kesimlerin ‘’dincilik’’ endişesi de işe karışıyor. ‘’İlkel Taliban İslam”ının ülkeyi teslim alacağından korkanlar veya bu korkuyu kasıtlı olarak pompalayanlar var. Bunlar aynı zamanda Afganlar ve Suriyelilere karşı -bir tür ırkçılık olarak- ‘’medeniyet üstünlüğü’’ iddiası da güdüyorlar. Kendi ulusal kimliğinin saflık ve üstünlüğüne ilişkin bu tuhaf kendine güven, başta resmî eğitim sistemi olmak üzere yaygın endoktrinasyon mekanizmalarının ‘’başarısı’’nın eseridir.
Her ne hal ise, kitlesel nüfus akışı nedeniyle Türkiye’nin bugün gerçekten büyük bir sorunla karşı karşıya olduğu açıktır. Hükümetin bu soruna ilişkin ne düşünülüp-taşınılmış bir politikası var, ne de ülkenin karşı karşıya bulunduğu bu zorlu mesele hakkında toplumu doğru bilgilendirme ihtiyacı duyuyor. Oysa, misafirlerle yerli halk arasındaki yanlış anlaşılmaları ve gerilim potansiyelini azaltmak için böyle bir şeffaflığa çok ihtiyaç var.
Hasılı, hükümetin bir yandan kamu düzenini sağlaması ve yurttaş-yabancı herkesin güvenliğini garanti etmesi, öbür yandan da bu göç ve iltica sorununu insan haklarıyla uyumlu bir şekilde idare edebilmek için bilgi ve uzmanlığa dayalı kapsamlı bir politika geliştirmesi aciliyet kazanmış durumdadır. Elbette meselenin dış politikayla ilgili yanını da ihmal etmeden…
Umarız, Türkiye’nin son yıllarda epeyce gerilemiş olan ‘’devlet kapasitesi’’ ve onu kullanmak durumundaki siyasî-idarî kadronun ehliyet ve liyakati bu devasa sorunun üstesinden gelmek için halâ yeterlidir.