İnsanların çoğu gerek bugün bildiğimiz anlamda ‘’devlet’’in gerekse onunla gelen birçok kurumun tarih boyunca her zaman var olduğunu sanır. Oysa, başta devlet kurumunun kendisi olmak üzere, devlet okullarında ‘’zorunlu eğitim’’ ve ‘’refah devleti’’ gibi bugün kamu hayatında muhatap olduğumuz çoğu kurum modern zamanların eseridir. Söz gelişi, 18. yüzyılda Avrupa’da kimi örnekleri bulunmakla beraber, devlet okullarında zorunlu eğitim ancak 19. yüzyılda yaygınlaşmaya başlamış ve zamanla standart eğitimin modeli haline gelmiştir.
Evet, bugün bildiğimiz anlamda ‘’devlet’’ en fazla beş asırlık tarihi olan bir siyasî organizasyon biçimidir. İnsanlık aşağı yukarı 16. yüzyıla gelinceye kadar modern devlet benzeri bir yapıyla tanışmamıştı. Modernlikle gelen bu nevzuhur kurum, daha önceki siyasî birlik modellerinden kökten farklı olarak, bir tür ‘’halkların kafesi’’ olarak tasarladığı ülkede tebaasının tekelci sadakatini talep ediyor, merkezîleşmiş bir bürokratik iktidar marifetiyle herkesi ve toplum hayatının her yanını kontrol ediyor ve hasbelkader ‘’ülkesi’’ üzerinde bulunan insanlar başta olmak üzere her şey üzerinde sınırsız yetkiye sahip (egemen) olduğunu iddia ediyordu.
Milliyetçiliğin eseri olan ‘’ulus-devlet’’ ise modern devlete göre daha da yenidir. Milliyetçilik devletle yurttaşlar arasındaki ilişkiye duygusal bir boyut kazandırdı ve devleti sırf bir araç olmaktan çıkararak bizatihi amaç konumuna yükseltti. Oysa, 18. yüzyıl ortalarına kadar devlet uyruklarından duygusal bir bağlılık beklemiyordu; onların kurallara uymaları ve devletin para ve insan gücü taleplerini karşılamaları yeterliydi. Ulus ile devleti özdeşleştiren ulus-devlet modelinde yurttaşlık sivil bir bağ olmaktan çok organik bir aidiyettir. Başka bir deyişle, ulus-devlette yurttaşlığın yerini gerçekte soydaşlık alır. Ayrıca, ulus-devletin etnik-kültürel türdeşlik saplantısı toplumun inanç, düşünce ve hayat tarzı bakımından çoğulculuğuna ters olduğu gibi, etnik temizlik ve soykırım gibi ‘’milliyetçilik suçları’’na da zemin hazırlar.
‘’Sınır namustur’’ sloganına gelirsek: Elbette devletlerin kesin sınırlarla birbirinden ayrılması ve sınırların dokunulmazlığı da zaman bakımından evrensel bir gerçek olmayıp, modern döneme özgüdür. Bu demektir ki, çoğu kişinin sandığının aksine, ülke sınırlarına kutsallık atfedilmesi insanlık durumunun zorunlu ve evrensel bir özelliği değildir. Ülkesellik modern devletin bir özelliğidir; modern devletten önce siyasî otorite ülkesiyle değil, tebaasıyla tanımlanıyordu. Başka bir deyişle, devletlerin kesin sınırları olan ülkeleri yoktu, ya da sınırlar geçişken idi. Modern bir kavram olarak ülkesellik devletin egemenliğinin sınırları belli bir fiziksel alan üzerinde geçerli olması anlamına gelir. Dolayısıyla, ülke sınırlarının herhangi bir kutsallığı yoktur.
Ülke sınırlarının kutsallığı algısı da aslında milliyetçiliğin eseridir. Milliyetçilik sayesinde devletin ülkesi duygusal bağlılığa konu olan değer-yüklü bir kavram haline geldi. Ülke artık ‘’büyük bir aile’’ olarak tasarlanan ulusun ‘’yurdu’’, yani ’’kutsal vatan’’ idi. Böylece, ülkenin sınırları da ‘’vatanın sınırları’’ olarak kutsallık kazanmış oldu.
Oysa, ülke sınırlarının namus ve şeref gibi kavramlarla ilgisi yoktur. Sınırların ülkenin güvenliğiyle ilgili olduğu akla gelebilirse de, bu da zaten ‘’sınırlar’’ diye bir şey olmasa zaten söz konusu olmayacak olan sun’î bir endişedir. Başka bir ifadeyle, eğer endişe edilen yurttaşların güvenliği ise, ona yönelik tehdidin kendi yurttaşlarımızdan veya yabancılardan gelmesi arasında bir fark yoktur.
Kısaca, ülkelerin sınırları genellikle ahlâkî hak edişin değil de devletlerarası güç ilişkilerinin ve tarihsel tesadüflerin eseridir. Onun için, ‘’insanlık durumu’’nun hiçbir anlamda zorunlu kılmadığı ülke sınırlarını ‘’namus’’la ilişkilendirmek saçma olduğu gibi, Türkiye söz konusu olduğunda ‘’sınır namustur’’ sözünde antropomorfik ve uygunsuz bir erkeksi ima da vardır.
Aşağıdaki satırlarda bir tarihçinin çizdiği ve çok eskiye değil de 20. yüzyıl başlarına ait olan manzara öğretici olsa gerektir:
‘’Ağustos 1914’e kadar duyarlı, hukuka saygılı bir İngiliz vatandaşı postane ve polisin dışında devletin varlığını neredeyse hiç hissetmeden hayatını geçirebilirdi. İstediği yerde istediği gibi yaşayabilirdi. Ne resmî bir numarası ne de kimlik kartı vardı. Bir pasaport veya resmî izin gibi bir şey olmadan ülke dışına seyahat edebilir veya ülkeden dönmemek üzere ayrılabilirdi. Kısıtlama veya sınır olmaksızın parasını herhangi bir yabancı parayla değiştirebilirdi. Dünyadaki herhangi bir ülkeden ülke içindekiyle aynı şartlarla mal satın alabilirdi. Bir yabancı da izne gerek olmaksızın ve polise de bilgi vermeden hayatını bu ülkede (Büyük Britanya’da) geçirebilirdi.’’ (A.J.P. Taylor, English History: 1914-1945, 1965).