Her sene aynı şey oluyor, ama gene de şaşırıyorum.
İlk yağmurun üzerinden bir hafta bile geçmeden aylardan beri ruhunu teslim etmiş gibi yerde yatan sarı, kuru, sert toprak üstüne yemyeşil bir örtü çekti.
Çayır, çimen, ot, yazda yapraklarını döküp yer altına çekilen siklamen, crocosmia, sümbül, nergis, rezene, yerden çıkmıyorlar da âdeta olimpik atletler gibi yerlerinden fırladılar. Oturup baksam neredeyse büyümelerini göreceğim.
Bugün hava kapalı ve soğuk. Canım mercimek çorbası istiyor. İçine biraz pirinç koyduğum kırmızı mercimeği yıkadıktan sonra suda bırakıyorum. Dört küçük soğan soyuyorum. Bahçeye çıkıp mandalina iken kökünden sap çıkarıp hem mandalina hem turunç olan ağaçtan birkaç turunç kesiyorum.
Bir zamanlar dayımla beraber Lefkoşa’nın en popüler esnaf lokantasını çalıştıran dedem “Aşçı” Ziya lokantanın mercimek çorbasına turunç sıkardı. Çorba dev tabaklarda, yanında bol çekirdekli yarım turunç ile servis edilirdi. Bazen sabahleyin okula gitmeden önce ben de geçip çorba içerdim.
Lokanta turunç kokardı.
Çoktan beri denememiştim.
Soğanları ve mercimek-pirinç karışımını tencereye koyuyorum. Su, tuz ve kırmızı biber ilave ediyorum. Ve Yaradan’a sığınıp yarım turunç sıkıyorum. Az gelince yarım daha. Oturup pişmesini bekliyorum.
Dedem yaz kış sabah saat üçte kalkar, çevresinde ipek kuşak sarılı göbeğini sallaya sallaya, Sarayönü’ndeki evden Ayasoyfa Camii’nden bir taş atımlık mesafedeki yerleri talaşlı lokantanın yolunu tutardı.
Bir kazan mercimek çorbası, bir kazan paça pişirirdi. Kapılarını müşterilere açtığında daha gün aydınlanmamış olurdu. İlk gelenler bir gün önce ovada toplanan meyve ve sebzeyi hale getiren kamyoncular, toptancılar, onlardan mal alan manavlar ve bakkallardı.
Saat yediye doğru dayım gelip gündüzün ilk müşterileri için ciğer kavurmaya başlayınca, dedem, arkasında küfe taşıyan bir garson, o gün öğle yemeğine pişireceği tencere yemekleri için dükkândan elli metre kadar ilerideki Bandabuliya’ya, hale, giderdi. Bazen yanında ben.
En iyi manavlardan en iyi meyve ve sebzeleri satın alırdı. Masalara konan iri elmalar, avuç dolduran mandalinalar, tekne gibi karpuz dilimleri, mücevher gibi siyah ve beyaz üzümler ve incirlerde gözüm kalırdı ama onlar sadece müşteriler içindi.
Dedem, halden dönüp öğle yemeklerini pişirmeye başlarken dayım ciğeri bitirir, mangalı yakar ve şiş kebaba geçerdi.
Lokantanın en kıdemli garsonu Karagöz’dü. Karagöz kel olduğu için yaz kış lacivert bere giyerdi. Kulağının arkasında karanfil, omzunda peşkir, keyifli olduğu zaman kapıya yaklaşıp coşkulu bir sesle sokaktan geçenleri, Türkçe ve Rumca, içeri davet ettiğini hatırlıyorum: “Buyurun, kopyaste, buyurun.”
Saat on ikiye doğru mutfaktan çıkan tencereler, girişte, içinde kömür ateşi yanan, L şeklindeki bir mangalın üzerine dizilir. Dayım kapakları açarak yemekleri müşterilere gösterir, istediklerini masalarına yollardı.
Öğle servisi bitince garsonlar boşalan lokantada bir masaya toplanıp kalan tencere yemekleri ile karınlarını doyururlardı.
Lokanta temizlenir, akşamcılar gelinceye kadar tatile girerdi.
O lokanta artık yok, o lokanta gibi lokantalar da.
***
Bir turunç aklıma neler getirdi…
Yemiş kadar olduk. Elinize sağlık. Hesap lütfen... :-)