Bugün Türkiye hükümet sistemi ve diğer siyasî kurumları, dış ilişkileri, adalet sistemi ve ekonomisiyle hastadır. Bu, ülkeyi yeni siyasî oluşumlara gebe yapan temel ve acı gerçektir. Ancak, tam da bu şartlarda gerçekte neye ihtiyacımız olduğunu iyi kavramalıyız: İhtiyacımız olan şey, kimin kimlerle nasıl bir oluşum içinde yer aldığını öğrenmekten önce, Türkiye için yeni bir kuşatıcı siyasî perspektif geliştirmektir.
Ben bir süredir böyle bir perspektifin temel direklerini ‘’özgürlük, adalet, barış ve refah’’ olarak kodluyorum. Çünkü, Türkiye halihazırda hem siyasî özgürlükten ve adaletten yoksundur, hem de barışı ve refahı tehlikededir. Öyle sanıyorum ki, bu esasları ana hedefleri olarak vaz etmeyen herhangi bir siyasî hareketin Türkiye’yi düzlüğe çıkarması mümkün değildir.
İlk olarak, siyasî özgürlük için en başta 2017 anayasa değişikliğiyle getirilen ve Türkiye’yi daimî bir olağanüstü yönetime mahkûm eden başkancı rejimden geri dönülmesi gerekmektedir. Baştan beri öngördüğüm gibi, bütün kamusal yetkileri tek bir elde toplayan ve üstelik hiçbir denetim ve denge mekanizmasına da yer vermeyen bu sistemle özgürlüğü garanti etmenin ve demokrasi inşa etmenin mümkün olmadığı artık kesin bir şekilde ortaya çıkmış bulunuyor. Bu sistemde, iktidarın destekleyicileri dışında hemen hemen kimse, özellikle de açıkça muhalefet yapanlar özgür değildir. Bu, halihazırdaki Reis’in yerini sözde hayırhah başka bir Reis’in almasıyla düzelebilecek bir durum da değildir. Kısaca, özgür Türkiye’nin ön şartı, denge ve denetim araçlarıyla takviye edilmiş bir ‘’kuvvetler ayrılığı’’ sistemidir.
İkinci olarak, son yıllarda iyice kayıplara karışmış olan hukuk ve adaletin tamir ve telâfisi acil bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır. Hukukun yerini ‘’cumhurbaşkanı kararnâmeleri’’ denen bir tür padişah fermanları almış, mahkemeler adalet dağıtan yerler olmaktan çıkarak siyasî iradenin icra araçlarına dönüşmüştür. Bu durum, sadece, hukuk adı altında yürütülen devlet buyruklarının adaletsiz olmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış da değildir. Bu, bir yandan yargıyı kontrol eden Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) siyasî iktidara tâbi olmasının, öbür yandan yargı kadrolarının partizanlarla doldurulmuş olmasının bir sonucudur. Onu için, yeni dönemde Türkiye’ye yol göstermesi gereken perspektifin hem HSK’yı yürütmeden tamamen özerkleştirecek hem de yargıyı partizanlardan arındıracak bir değişimi hedeflemesi gerekmektedir.
Yeni “Türkiye perspektifi’’nin barış ayağına gelince; bunun için ilk önce ülke içinde barışın tesisine ihtiyaç vardır. Türkiye’nin iç barışının ilk gündem maddesi ise Kürt sorunudur. Hatırlanacağı gibi, AKP iktidarının bu sorunun barışçı yoldan çözülmesi için daha önce başlattığı girişimler ülkede genel bir iyimserlik havası yaratmıştı ama şu veya bu nedenle bu çabalar akamete uğradı. Daha da kötüsü, AKP ve Reisi son yıllarda barış amacını büsbütün terk etti ve Türkçü-devletçi perspektifi benimseyerek 1990’ların ‘’askerî çözüm’’üne geri döndü. Oysa, Kürtler ve Türkler olarak hepimizin selâmeti için bu meselede özgürlük ve katılım temelli barışçı-demokratik çözüme yeniden dönülmesinden başka çıkar yol yoktur. Toplumsal barış, öte yandan, AKP iktidarının toplumu dünya görüşü, din ve hayat tarzı temelinde kutuplaştıran siyasetine son verilmesini de yeni perspektifin hedefleri arasına almayı gerektirmektedir.
Barışçı bir Türkiye hedefi, aynı zamanda, dış politikada da emperyal ve çatışmacı hevesler gütmekle olduğu kadar, Avrasyacılık saplantısıyla da bağdaşmaz. Komşularımızda yayılmacı emeller taşıdığı izlenimi verecek girişimlerden kaçınmaz ve Batı dünyasından uzaklaşıp Rusya ve Çin’le aynı eksende yer almakta ısrar ederse, Türkiye barıştan uzaklaşacağı gibi rejimi de otoriterliğe mahkûm olur. Avrasyacı bir Türkiye’nin demokrasi diye bir hedefi olamaz. Reisin Avrasyacı-ulusalcı ortakları bunu dert edinmeyebilirler, ama böyle bir sapma Türkiye’nin özgürlük, adalet ve refah gibi diğer bütün medenî-insanî hedeflerini tehlikeye atar. Türkiye Avrupa Birliği ve NATO’dan ayrı düşerek ve Avrupa Konseyi ideallerinden uzaklaşarak medenî kalamaz.
Son olarak, Türkiye’yi düzlüğe çıkaracak bir perspektifin ana hedeflerinden birisi de ülkede refahın artırılması ve yaygınlaştırılması olmak zorundadır. Bu ise bir yandan gereksiz refah kayıplarından (meselâ, yüksek askerî harcamalardan, aşırı vergilerden ve siyasî yozlaşmadan) kaçınmakla, öbür yandan da refah üreten ve yaygınlaştıran ana mekanizmalar olarak piyasa ekonomisine ve serbest ticarete bağlı kalmakla gerçekleştirilebilir. Piyasa ekonomisi hukukî bir zeminde ve dünyaya açık şartlarda refah üretebilir; içe kapanarak ve tepeden emirler yağdırarak iktisadî çöküntü önlenemez.