Yazının başlığından anlaşılacağı gibi, bendeniz ülkemizin hâlihazırdaki siyasî durumunun normal olmadığını düşünüyorum: Kurumsal temelleri ve işleyişi ile Türkiye siyaseti epey bir zamandır hiç de normal değil. Neden böyle düşündüğümü uzun uzadıya açıklamam gerekir ama bir gazete yazısında bu kadar ayrıntıya giremeyeceğimden, burada meselenin ancak ana hatlarını ortaya koyabilirim.
Evet, Türkiye siyaseti normal değil, çünkü en başta 17 yıldır iktidarda olan AKP özellikle son yıllarda rejimin kurumsal ve ilkesel temellerini ciddî biçimde çökertmiş durumda. Bunu söylerken, Türkiye’nin rejiminin AKP iktidarı öncesinde kusursuz olduğunu ima etmek istemiyorum; aksine, AKP’den önceki rejimin de pek çok sorunlu yanı vardı. Nitekim bu satırların yazarı son 30 yıldır akademik ve entelektüel mesaisinin önemli bir kısmını bunların eleştirilmesine ve düzeltilmesi yolundaki önerilere ayırmak zorunda kalmıştır.
AKP’nin Türkiye’nin rejiminin temellerini sarstığını söylerken kastettiğim daha ziyade, onun rejimin geleneksel siyasî ve hukukî kurumlarını etkisizleştirmesi, işlevsizleştirmesi ve yer yer amacından saptırmasıdır. Kurumların bu şekilde tahribinin sonunda, bugün Türkiye’nin rejimi akılcı biçimde organize olmuş yerleşik kurumlar ve kurallar aracılığıyla değil de kişisel sadakat esasına göre işlemektedir. Devlet önce partileştirilmiş, parti-devletine dönüştürülmüş, bilâhare tek bir kişinin iradesine bağlanmıştır.
Sonuç olarak bugün Türkiye’nin siyasî ve idarî sistemine tam bir ‘’kişisel(ci) yönetim’’ anlayış ve pratiği hâkimdir. Bu işte AKP’ye en fazla yardımcı olan iki dinamik var. Bunlardan biri Türkiye siyasetine AKP’nin kendisinin (yeniden) dahil ettiği millî irade popülizmi, diğeri ise doğrudan doğruya kendi kurgusu olan ‘’başkancı’’ rejim tasarımıdır. Gerçi Türkiye bir siyaset tarzı olarak popülizme yabancı değildi, ama AKP’nin popülizmi öncekilerden başlıca iki noktada farklı görünüyor.
İlk farklılık: AKP’nin popülizminde kişiselci unsurun çok daha baskın olmasında kendisini göstermektedir. Bu unsur, AKP’nin kendi ‘’Reis’’ini, halkın iyiliğini sadece kendisi bilen ve doğrudan doğruya ve tek başına onun iradesini temsil eden ‘’Milletin Reisi’’ne dönüştürmedeki başarısıdır. Böylece, tarihin kendisine millî ve dinî bir misyon yüklediğine inanılan Reis bir yandan tek başına milleti temsil etme ve onun adına hareket etme yetkisine sahip olma iddiası gütmekte, bir yandan da dokunulmazlık ve sorumsuzluk imtiyazı elde etmektedir.
AKP popülizminin ikinci farklılığı ise şudur: AKP’nin gerek tabanı ve gerekse liderlik kadrosu çoğunluğun tercihinin ‘’millî irade’’ demek olduğunu kabul eden ve bu arada millî iradeyi de efsaneleştiren geleneksel sağcı anlayışa bağlıdır. Aynı anlayışa göre, demokrasi de ‘’millî irade’’ demek olduğuna göre, böylece çoğunluğun önderi olan Reisin iradesinin ülkeye hâkim olması ile demokratik yönetim aynı şey olmaktadır. Bu durumda, bir Reis seçip milletin kaderini ona emanet etmekte demokrasi adına herhangi bir tutarsızlık da söz konusu olmuyor.
Kişiselci yönetimi kolaylaştıran ikinci dinamik ise anayasal olarak başkancı sisteme geçilmiş olmasıdır. İki yıl önce Nisan ayında yapılan referandumla onaylanan bu yöndeki kapsamlı anayasa değişikliği aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın –ve genel olarak AKP’lilerin- baştan beri akıllarında olan bir projenin hayata geçirilmesiydi. Ne var ki, bu, liberal-demokratik bir rejim için hiç de elverişli olmayan bir projedir. Bu projenin başka bir sakıncası da başkanlık sisteminin Türkiye’de yanlış tanınmasına neden olmasıdır.
Bu yolla görünüşte bir ‘’başkanlık hükümet sistemi’’ kurulmuşsa da; daha önceki bir yazımda belirttiğim üzere, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırdığı gibi, denetim ve denge mekanizmalarına da yer vermeyen bu model aslında Latin Amerikan tarzı başkancı bir otoriterlikten başka bir şey değildir. AKP’nin favorisi olan bu sistemde devletin tek patronu, hiçbir siyasî sorumluluk mekanizmasına da tâbi olmayan Başkan veya ‘’yerli ve millî’’ tabirle Reistir.
Başa dönersek, AKP ve Erdoğan’ın ülkeyi bilerek ve isteyerek içine soktukları bu siyasî anormallik demokratik yoldan düzeltilmeden Türkiye’nin düzlüğe çıkması mümkün değildir. Türkiye’nin düzlüğe çıkması ise, başka birçok şey yanında, ilkeleri ve kurumları ile liberal-demokratik bir sistem için elverişli bir çerçevenin kurulmasını sağlayacak yeni ve kapsamlı bir anayasa değişikliğinin yapılmasını gerektirmektedir.
Umulur ki, bu değişikliğin ilkesel ayağını hukukun üstünlüğü, insan hakları, demokrasi, lâiklik, çoğulculuk, barış ve serbest piyasa ekonomisi oluşturacak; yeni düzenin kurumsal çatısı ise kuvvetler ayrılığı, denge ve denetim mekanizmaları ile bağımsız yargı ayakları üstüne oturacaktır.