Bundan iki yıl önce verdiğim ‘’Modernlik Bağlamında İnsan Hakları‘’ konulu bir konferansta modernliğin insan haklarıyla ilişkisinde ortaya çıkan üç gerilimi ele almıştım. Bunlar şöyle özetlenebilir: (1) Devletin bir yandan insan haklarını korumakla görevli iken, öbür yandan insan haklarının ana ihlâlcisi olması, (2) İnsan haklarının evrensellik iddiası ile kültürel rölativizm arasındaki gerilim, (3) Grup hakları fikrinin bireysel insan hakları anlayışıyla çelişmesi.
Yine insan hakları haftasındayız, bu münasebetle, siyasî modernliğin evrensel insan hakları fikriyle bağdaşmayan başka bir yanına daha temas etmek istiyorum. ‘’Evrensel insan hakları’’nın fiilen yurttaşlık şartına bağlanmasına, başka bir deyişle insan haklarının devletler tarafından millîleştirilmesine…
Bilindiği gibi, siyasî modernliğin tipik kurumu bugün bildiğimiz şekliyle devlettir. Modern devletin konumuzu yakından ilgilendiren biri ülkeselliği, diğeri de egemen bir birlik olmasıdır. Kısaca, modern devlet ülkesellik (territoriality) temelinde örgütlenmiş olan egemen bir siyasî organizasyondur. Dahası, bugün dünyamız egemen devletler tarafından paylaşılmıştır. Gerçi egemenliğin mutlak olduğuna ilişkin klâsik anlayış bir yandan uluslararası hukukun, öbür yandan küreselleşmenin etkisiyle bir ölçüde gevşetilmiştir, ama bugün uluslararası alandaki temel siyasî aktörler halâ egemen devletlerdir. Başka bir deyişle, dünyanın egemen birimleri, ‘’insanlık’’ dediğimiz varoluşun kurucu özneleri olarak birey insanlar değil, devletlerdir.
Öyleyse, diyebiliriz ki, bu dünyada hem ahlâkî failler olarak bireyler fikrinin, hem de özel olarak evrensel insan haklarının özneleri olarak birey fikrinin yeri sallantıdadır. Bu konuda belki de bir tür hüsnü kuruntu içindeyizdir. Nitekim, uluslararası belgelerin ile ulusal anayasaların tanıdığı temel haklardan yararlanmak için bir devletin tebaası –ki ona yurttaş diyoruz- olmak zorundasınız. Yani, bu ulus-devletler dünyasında yurttaşlığı olmayanın hakkı da yoktur.
Öte yandan, modern devletin ülkesel temelde örgütlenmiş olması, ortak insanlık fikri ve kozmopolitan tahayyül açısından vazgeçilmez değerde olan dünya üzerinde serbestçe dolaşma ve yerleşme özgürlüğümüzün temel bir hak olarak kavranmasına yer bırakmamaktadır. Modern devletler kimlik belgeleri, pasaportlar, vizeler, sınır kontrolleri, dikenli teller ve duvarlarla insanları kendi sınırları içine hapsetmişlerdir. Bugün devletlerin sınırları kişilerin daha özgür ve müreffeh bir gelecek arayışının olduğu kadar, başka kültürler ve insanlarla doğrudan ve yüz yüze temasının -ve böylece ortak insanlık bilincinin oluşmasının- da önünde ciddî bir engel oluşturmaktadır. Bu yüzden, hepimizin tek bir insanlık ‘’ailesi’’nin üyeleri olduğumuz düşüncesinin temelleri gitgide zayıflamaktadır. Daha da kötüsü, bu durum milliyetçi bağnazlığın neşvünema bulmasını da kolaylaştırmaktadır.
Nitekim, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi (m. 13) herkesin serbestçe seyahat etme ve yerleşme özgürlüğünü bir yeryüzü hakkı veya kozmopolitan bir hak olarak değil, fakat sadece her bir ülkenin kendi sınırları içinde geçerli olan bir hak olarak tanımıştır. Buna paralel olarak, Uluslararası Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi de 12. maddesinde de ‘’Bir devletin ülkesinde hukuka uygun olarak bulunan herkesin ülke içinde seyahat ve yerleşim yerini seçme özgürlüğü hakkı’’ tanımıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Ek 4. Protokol de (m. 2) aynı hakkı özel olarak Avrupa Konseyi ülkeleri bakımından teyit etmiştir.
Bu düzenlemelerden anlaşıldığı gibi, günümüzün ulus-devletler dünyasında kişilerin dolaşım ve yerleşme özgürlüğü devletler arasında değil, fakat belli bir devletin ülkesi içinde geçerli olan sınırlı bir temel hak olarak kabul edilmiştir. Gerçi, aynı düzenlemeler kişilere bulundukları ülkeden ayrılma hakkını tanımışlardır, ama bu onların başka bir ülkeye serbestçe yerleşme hakları bulunduğu anlamına gelmemektedir. Kısaca, bugün itibariyle devletlerin sınırları kişilere tam veya küresel bir seyahat ve yerleşme hakkının tanınmasının önündeki temel engeldir.
Dolaşım ve yerleşme özgürlüğünün ülkesel olarak sınırlı olmasının tek ve kısmî bir istisnası vardır. Bu, bulunduğu ülkede sürekli baskı altında tutulanların başka ülkelere sığınma hakkının uluslararası insan hakları hukuk tarafından bazı kayıtlarla tanınmış olmasıdır. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi (m. 14) bu hakkın siyasî olmayan (adi) suçlardan ve BM’nin amaç ve ilkelerine aykırı eylemlerden kaynaklanan kovuşturmalar bakımından geçerli olmadığını belirtmektedir. Evrensel Bildiri’nin tanıdığı bu hak Uluslararası Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi tarafından güvence altına alınmamış, ancak bu konu Mültecilerin Hukukî Statüsü hakkındaki 1951 tarihli Sözleşme ve onun 1967 tarihli Protokolünde düzenlenmiştir. Ayrıca, bu hakla ilgili kısıtlamaların muhtemelen daha çoğu devletlerin bunu bir temel hak olmaktan ziyade, bir diplomasi ve güvenlik meselesi olarak görmelerinden ileri gelmektedir.
Sonuç olarak, genel olarak insan hakları meselesinde, özel olarak da dolaşım ve yerleşme özgürlüğü konusunda insanoğlunun köklü bir zihniyet ve bakış açısı değişikliğine ihtiyacı var. Bu paradigmatik değişikliğin ipuçlarını çağdaş bir Amerikalı filozof, David Schmidtz veriyor. Onun da belirttiği gibi, sosyo-ekonomik bakımdan dezavantajlı olanlar, herkesin daha iyi fırsat arayışları içerisinde hareket serbestisine sahip olduğu açık toplumlarda daha müreffeh hale gelebilirler. Bu da en az avantajlılar için ‘’yer değiştirme özgürlüğünden daha temel olan hiçbir özgürlük yoktur.”
Öyleyse, işte adaletin birinci ilkesi: “Herkesin, başka bir yerin daha iyi olması halinde bulunduğu yerde kalmak için hiçbir yükümlülüğünün olmadığı, azamî derecede açık bir toplumda yaşamaya hakkı vardır.’’ (Schmidtz 2006: 221-222).
Yüzyıllardır devam eden batılı ülkelerin kapitalist emperyalist sömürgeci politikalarını da anlattınız mi