banner564

Ne ‘’hukuksuz demokrasi’’ ne de ‘’demokrasisiz hukuk’’

Malum, Abraham Lincoln ünlü Gettysburg Nutku’nda (1863) demokrasiden kısaca ‘’halkın halk tarafından halk için yönetimi’’ (‘’government of the people, by the people, for the people’’) olarak söz etmişti. Bu ifadeyi bir demokrasi tanımı olarak görmek alışıldık bir tutum ise de, bu sözde demokrasinin gerçekte ne olduğu hakkındaki tek anlamlı ibare ‘’halk tarafından yönetim’’dir. Demokratik bir rejimi diğerlerinden ayırt eden onun ‘’halk tarafından yönetim’’ olması, başka bir deyişle yönetimin öznesinin ‘’halk’’ olmasıdır.

‘’Halk tarafından yönetim’’ anlamında demokrasinin odağında ise yönetimle ilgili ortak kararları ‘’halkın’’ (yurttaşlar heyetinin) nasıl alacağı yer almaktadır. Bu da demokrasinin esas olarak bir yöntem ve usul meselesi olduğu anlamına gelmektedir. Öyleyse demokrasi temel önemdeki kamusal meseleler hakkındaki kararların doğrudan veya dolaylı olarak bütün halk (yetişkin yurttaşlar) tarafından alındığı bir siyasî sistem olarak tanımlanabilir. Bunlar da anayasa yapımına ek olarak, ’yasama’’ ve ‘’yürütme’’yle ilgili meselelerdir.

Demokrasi esas olarak bir yöntem ve usul meselesi olmakla beraber, en azından teorik olarak onun arkasında -ki buna hüsnükuruntu da diyebilirsiniz-  belli bir ahlâkî-siyasî değer yatmaktadır. Bu değer Kantçı özerklik, yani kişinin kendi ahlâk yasasını kendisinin koymasışüncesidir. Özerklik düşünce veya ideali her bir bireyin kendisini de bağlayacak olan kuralların (yasaların) yapımına katılmasını gerektirir. Böylece demokrasi bireysel özerklik idealinin bütün toplum düzeyine yansıyan kolektif ifadesi olarak görülebilir. Elbette bu seçmenlerin her zaman isabetli kararlar verdiği (veya, yaygın deyişle, ‘’halkın sesinin hakkın sesi’’ olduğu) anlamına gelmemektedir.    

Ne var ki, demokrasinin çağımızdaki uygulanma biçiminin onun bu varsayılan felsefî-ahlâkî  değerini yansıttığı söylenemez. Bunun en başta gelen nedeni, bireysel tercihlerden anlamlı bir ‘’sosyal tercih’’ üretmenin imkânsızlığıdır. Başka bir neden de demokratik siyasetin pratiğini ilkelerden birey ve grupların çok haksız avantaj elde etme arayışların belirlemesidir. Yani günümüz demokrasisi pek de öyle özerklik idealini amaçlayan bir kurumsal mekanizma gibi işlememektedir.

Belki daha temmel bir neden, bugünkü uygulamasında demokrasinin esas olarak bir ‘’temsilî yönetim’’ biçimi olmasıyla ilgilidir. Yani, günümüzde ‘’halk’’ siyasî yönetim yetkisini doğrudan doğruya değil de düzenli seçimlerle belirlenen -ama genellikle parti oligarşilerine bağımlı olan- temsilcileri aracılığıyla kullanmaktadır. Bu da, ‘’çoğunluk kuralı’’ gereğince, yasama ve yürütmeyi (buna, ‘’yargı hariç devleti’’ de diyebilirsiniz) fiilen siyasî çoğunluğun -daha doğrusu onun liderlik kadrosunun- kontrol etmesiyle sonuçlanmaktadır. Özellikle, bizimki gibi, demokratik girişimin liberal bir tarihsel-kültürel zemine dayanmadığı yerlerde bu durum daha da belirgindir. 

Liberal fikrî ve kurumsal zeminin zayıf olduğu toplumlarda demokrasinin başka bir handikapı da seçimlerin ‘’millî irade’’yi ortaya çıkardığı ve millî iradenin yasama organındaki siyasî çoğunlukla özdeş olduğu düşüncesidir. Bu ise çoğunluğa muhalefet etmenin ‘’millî irade’’ye karşı çıkmak olarak yaftalanıp kriminalize edilmesini kolaylaştırmaktadır. ‘’Millî irade’’nin meşru-mutlak güç olarak tasarlanmasının başka bir sonucu da, yöneten çoğunluğun yetkisinin sınırlı olmadığına, sivil ve özel hayat alanlarını da kapsadığına inanılmasına götürmesidir. Oysa, liberal demokratik bir rejimde ‘’kamusal’’ nitelikte olmayan konular demokratik karar mekanizmasına tabi değildir. Sonuç olarak, bütün bunlar yöneten çoğunluğun güç suistimali ve hak ihlâlleri karşısında herkesi, özellikle de muhalif konumda olan kişi, grup ve partileri korumasız bırakmaktadır.

İşte tam da bu noktada, liberal anlayış doğrultusunda, hukuk ve anayasanın yöneten çoğunluğu çerçeveleyen, sınırlayan ve frenleyen bir faktör olarak devreye girmesine ihtiyaç vardır. Liberal-anayasal bir çerçeve içinde hukuk sisteminin işlevi bir yandan siyasî ve idarî makamların icra-yı faaliyet ederken kendileri için öngörülmüş olan tanımlı alanların sınırları içinde kalmalarını sağlayarak keyfî yönetimi önlemek, öbür yandan da kişilerin kendi hayat projeleri çerçevesinde iş ve işlemlerini geleceği öngörerek planlamalarını kolaylaştırmaktır. Böylece anayasal ve hukukî sistem bireylerin özgürlük ve haklarını korumak suretiyle çoğunluk yönetiminin sınır-tanımazlık ve tecavüzlerine karşı herkes için bir güvence oluşturacaktır.

Şu var ki, hukuk sisteminin bu koruyucu ve frenleyici işlevi görebilmesi, onun en başta kişilerin özgürlük ve özerkliğine saygıda ifadesini bulan ‘’hukuk fikri’’ni kurumlaştırıyor ve ayrıca ‘’hukukun üstünlüğü’’ ile adaletin standartlarını karşılıyor olmasına bağlıdır. Hukukun egemen iradenin herhangi bir tezahüründen ibaret sayıldığı ve ‘’demokratik’’ olsun veya olmasın iktidardaki çoğunluğun her istediğini ‘’hukuk’’ yapabildiği bir yerde sahici anlamda hukuk yoktur. Doğru anlamda hukuk, başka özellikleri yanında, egemenliğin bir türevi değil, egemen iradenin de üstünde yer alan ve onu sınırlayan bir kurallar ve kurumlar sistemidir.

Kısaca, sınırsız ‘’demokrasi’’ demokrasi değildir. Özgürlüğü ve birey haklarını koruyan ve yasama ve yürütme başta olmak üzere kamu otoritelerini anayasal sınırları içinde tutan bir hukuk ve yargı sistemi olmadan doğru anlamda demokrasi var olamaz. Onun için hür ve medenî bir toplumun aynı anda hem demokrasiye hem de hukuka ihtiyacı vardır. Türkiye’nin farklı dönemlerde ikisini de tecrübe ettiği demokrasisiz hukuk” kadar, “hukuksuz demokrasi” de bu ihtiyaçla bağdaşmaz.

Ama ironik olan şu ki Türkiye’nin bugünkü rejimi bu ikisinin de gerisindedir. Bu hem hukuksuz bir rejimdir, hem de doğru anlamda demokrasi değildir.  

YORUM EKLE

banner471

banner474