Milliyetçi-muhafazakârlar ve özellikle de onların siyasetteki temsilcileri başta gelen normatif referansları olarak sık sık ‘’millî ve manevî değerlerimiz’’e atıf yaparlar. Şimdilerde buna bir de ‘’yerlilik ve millîlik’’ eklenmiş bulunuyor. Bu ikisi, milliyetçi-muhafazakârların ahlâkî ve siyasî projelerinin şifresi gibidir.
Gelin görün ki, ‘’Türk milleti’’nin gerçek hayatında bu retoriğin karşılığını bulmak hiç de kolay değildir. Yani, özellikle siyasetçiler ‘’millî ve manevî’’ değerlerimizden sitayişle söz ettiklerine göre, bu değerlerin, onlar her ne iseler, bizi toplum olarak daha ahlâklı, dürüst, insan onuruna saygılı ve hatta daha âdil yapıyor olması gerekirdi. Oysa gerek yakın gerekse uzak toplumsal çevremizle ilgili her günkü gözlemlerimiz bize, tam tersine, Türkiye toplumunun dramatik bir ahlâk zaafıyla malul olduğunu söylüyor.
Nitekim yalancılık, dolandırıcılık, ‘’üçkâğıtçılık’’, açgözlülük, hak-hukuk tanımazlık, kendi çıkarını başkasının zararında görmek, sözüne-güvenilmezlik, tabasbus ve ikiyüzlülük gibi pek çok ahlâkî sapmanın boyunduruk altına aldığı olduğu bir toplumdan söz ediyoruz. Onun için, itiraf edelim, bütün o ‘’millî ve manevî değerlerimiz’’ retoriğine rağmen biz maalesef ahlâksız bir toplumdur bizimkisi. Ahlâk diye bildiğimiz tek şey, kadın cinselliğinin dokunulmazlığına (‘’iffet’’) indirgenmiş erkeksi bir saldırganlıktan ibaret.
Aslına bakılırsa, ikiyüzlülük veya riyakârlık bu sapmalardan biri olduğu kadar, onların birçoğunun arka planındaki temel bir ahlâk zaafıdır da. Rahmetli Kâzım Berzeg Türkiye toplumunda yaygın olan ikiyüzlülüğün, esas olarak, bireylerin devlet baskısından korunma aracı olarak geliştirdikleri bir tutum olduğunu söylerdi. Türkiye’nin Osmanlıdan tevarüs ettiği güçlü ve tebaasına karşı ‘’gerektiğinde’’ acımasız olan otoriter devlet geleneğini düşündüğümüzde, bu teşhiste büyük bir doğruluk payı vardır.
Baskı her yerde insanları gerçek düşünce ve duygularını gizlemeye ve kendilerinden ‘’resmen’’ beklendiğini düşündükleri gibi tutum almaya sevk eder. (Bu arada, çeşitli dinî grup ve cemaatlerin devlet içinde gizlice örgütlenmelerinin de arkasındaki sâiklerden biri, siyasî baskıdan devlet örgütünü kontrol ederek korunma arayışıdır). Bu durum, ikiyüzlülüğün sadece siyasî alanda söz konusu olduğunu ve aynısının toplum hayatının diğer alanlarında varit olmadığını düşünmemize yol açabilir. Ne var ki, başlangıçta sadece devlet karşısında alınan bu tutumun bununla sınırlı kalmayıp, zamanla genel bir toplumsal eğilim haline dönüşebileceğini de göz ardı etmemek gerek. Sanırım Türkiye’de olan da budur.
Ancak, başka olgular yanında, kendisi baskıcı konumunda olan ikiyüzlü siyasetçilerin varlığı, bu ahlâkî sapmanın sadece siyasî baskıyla açıklanamayacağını göstermektedir. Bu arada, popülizmin yaygınlığı, bir yanıyla, ikiyüzlülüğün Türkiye’de genel bir kültürel eğilim olmasıyla da ilgilidir.
Türkiye’deki yaygın ikiyüzlülüğü besleyen başka bir kaynak hâkim din anlayışıdır. Bu anlayış, dindarları, dinin biçimsel icaplarını yerine getirdikleri sürece başka bir (dinî ve ahlâkî) yükümlülükleri olmadığı düşüncesine götürmektedir. Böyle düşünenlere göre, dinin formel gereklerine titizlikle uymak öte dünyada ‘’cennet’’le ödüllendirilmek için yeterlidir. Böylece, dindarlar kendilerini başka ahlâkî kayıtlardan azade saymaktadırlar. ‘’Beş vakit namaz’’a ve Ramazan orucuna riayet konusunda titizlik gösteren söz gelişi bir esnafın tartıda hile yapmaktan veya müşterisini aldatmaktan çekinmemesi bundandır. Aynı nedenledir ki, sözgelişi fiziksel olarak veya sosyo-ekonomik olarak güçlü olan bir dindar komşularını, meslektaşlarını veya çalışanlarını ezmekte yahut tefecilik yapmakta bir beis görmemektedir.
Bu din algısının dindarın ahlâk zaafını besleyen, daha vahim olan başka bir yanı da şudur: Dindarlar genellikle dindar-olmayan -veya hatta ‘’kendileri gibi’’ dindar olmayan- başka kişilere karşı hiçbir ahlâkî yükümlülükleri olmadığına inanmaktadırlar. Zaman zaman bu anlayış kendilerinden farklı inanan veya yaşayanların hayat hakkını tanımamak ölçüsüne bile varmaktadır. Ayrıca, ‘’mutlak doğru’’ya sahip oldukları inancının verdiği ‘’seçilmiş’’lik duygusuyla birlikte, bu anlayış kimi dindarların meselâ kamu kaynaklarını yağmalamakta bir sakınca görmemelerine, hatta bunun kendileri için bir hak olduğunu düşünmelerine yol açabilmektedir.
Nihayet, genel olarak kadınların dindarlar tarafından yarım-insan görülmesinin, hatta kadına karşı şiddetin yaygınlığının da bu ‘’yanlış’’ (?) din anlayışıyla yakın bir ilişkisi var. Bu anlayışa bağlı olan dindarların gözünde kadınlar ya erkekler için cinsel bir nesneden ibarettirler, ya da erkeklerin bir tür malıdırlar. Ancak, yüzyıllar içinde bir ölçüde kültüre de dönüştüğü için, kadının erkeğe göre ikincil/tâbi konumuna ilişkin bu anlayış ‘’kesin-inançlı’’ dindarlara özgü bir sapma değildir. Nitekim, kadınların aşağılanması, aile-içi şiddet ve ‘’namus cinayetleri’’ gibi pratiklere toplumumuzun hemen hemen her kesiminde rastlıyoruz.