Son günlerde Sedat Peker adlı mafya figürünün eski emniyetçi ve siyasetçi Mehmet Ağar ile İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu hedef alan açıklama ve suçlamaları Türkiye’de devlet-mafya ilişkileri konusunu yeniden gündeme getirdi.
‘’Mafya’’ olarak adlandırılan yasa dışı suç örgütlerinin ‘’devlete rağmen’’ varlığı sıradan insanlara anlaşılmaz gelir. Oysa gerek bu tür örgütlenmelerin ortaya çıkmasını, gerekse bunların varlıklarını sürdürebilmelerini kolaylaştıran, hatta mümkün kılan etkenler vardır. Bu örgütler bazen devletin temel işlevlerini yerine getirememesinin yarattığı boşluktan istifade ederek ortaya çıkarlar, bazen de devletin şu veya bu nedenle bilerek göz yummasının ürünüdürler.
Yıllar evvel bu konuda kaleme aldığım bir yazıda mafyanın ortaya çıkmasının bir nedeninin yargının etkin bir şekilde işlememesinden doğan boşluğu doldurmak olduğuna dikkat çekmiştim: ‘’Türk adalet sistemi neredeyse iflâs etmiştir. Bu sistem ne suçluları doğru-dürüst cezalandırabilmekte, ne de sözleşmelerin yerine getirilmesini sağlayabilmektedir. (…) Hukuk mahkemelerinin iyi işlememesi adeta dürüstlüğü cezalandırmakta, ticarî ilişkilerde dürüstlüğe aykırı davrananlar çok kere bundan kârlı çıkabilmektedirler.’’ (‘’Mafya Adaleti Neyin Göstergesidir?’’, Yeni Yüzyıl, 22 Haziran 1995).
Öte yandan, yasa dışı çetelerin kalıcı ve güçlü suç örgütleri haline gelmeleri de –başta göz yumma olmak üzere- devletin bir şekilde katkısı olmadan mümkün değildir. Daha da vahimi, Sedat Peker’in ifşaatlarının ima ettiği gibi, bu tür örgütlerin yöneticilerinin devletle içi içe geçmiş olmaları durumudur. Aslına bakılırsa, bu da bizim için sürpriz değildir. Nitekim bu meselenin kamuoyunun ilgisini çekmesi Kasım 1996’da patlak veren Susurluk skandalıyla başlamıştı.
Hatırlanacağı gibi, bu tarihte Balıkesir’in Susurluk ilçesinde meydana gelen bir trafik kazasında bir milletvekili (Sedat Edip Bucak) ve bir emniyet mensubunun (Hüseyin Kocadağ) katliam sanığı bir kanun kaçağıyla (Abdullah Çatlı) birlikte aynı otomobilde seyahat etmekte oldukları ortaya çıkmıştı. Olayın ilginç yanlarından biri, POL-DER kurucusu ‘’solcu’’ bir eski emniyet müdür yardımcısı ile ‘’ülkücü’’ bir kaçağın bu derece yakın olmalarıydı. Anlaşılan, ‘’Devlet sevgi ve saygısı’’ ideolojik olarak birbirine karşıt görünen bir devlet memuru ile bir kanun kaçağını bile bir araya getirebilecek kadar güçlüymüş.
Bu tuhaf ilişki biçiminin bir benzerine daha sonra Ağustos 2004’te tekrar tanık olduk. Bu sefer meselenin Devlet tarafında hem MİT hem de bir Yargıtay üyesi vardı, skandalın yasa dışı bileşeni ise ünlü mafya figürü Alâattin Çakıcı idi. Cebinden kamu görevlisi pasaportu çıkan bu kaçak gangster hakkındaki yargı kararının geciktirilmesi için MİT zamanın Yargıtay Başkanıyla temasa geçmişti. Bu arada, Yargıtay Başkanı’nın “villası”nın tamirat işlerini de tesadüfen MİT’le irtibatlı bir “müteahhit” yürütüyordu.
Aslına bakılırsa, bu olaydan tam altı yıl önceki başka bir haberi hatırlayanlar için bunda da şaşırtıcı olan bir şey yoktu. Nitekim 17 Ağustos 1998'de düzenlenen bir operasyonda Fransa'nın Nice şehrinde yakalanan Alâattin Çakıcı'nın üzerinden bir kırmızı pasaport çıkmıştı. Çakıcı daha sonra, Şubat 2018’de, yurt dışında bulunduğu sürede MİT adına çalıştığını ve ‘’hep devleti koruduğu’’nu söyleyecekti.
Tahmin edebileceğiniz gibi, ‘’Türk Devleti’’ suç örgütü yöneticisi olsa bile kendisini koruyanı yalnız bırakmaz. Nitekim Devlet Bahçeli’nin himmetiyle Alâattin Çakıcı geçen yıl hapishaneden salıverildi: Bahçeli’nin ‘’taş duvarlar arasında çürümesine razı olmadığı’’ bu gönüllü MİT çalışanı için yaptığı af çağrısı sonrasında, 15 Nisan 2020 tarihinde infaz yasasında yapılan değişikliği takiben, Çakıcı hükümlü bulunduğu Sincan L Tipi Ceza İnfaz Kurumu'ndan tahliye edildi.
Sedat Peker’in açıklamalarına dönersek, bu açıklamalar bize devletle kimi mafyatik figürler arasındaki ilişkinin sadece bir göz yumma ve devlet tarafından kullanılma meselesinden ibaret olmadığını düşündürmektedir. İtham edilenler bakımından olduğu kadar Devletin kendisi için de skandal olan bu ifşaatın halâ yargıyı harekete geçirmemiş olması da aynı izlenimi pekiştirmektedir.
Görünüşe göre, Devletle bu örgütlerin bazıları iç içe geçmiştir. Belki daha doğrusu, bu kişi ve örgütlerin, anayasal ve hukukî olarak tanımlanmış olan resmî devletin dehlizlerinde yuvalanmış olan ‘’derin devlet’’ adlı illegal oluşumun sivil uzantıları olduğunu söylemek olurdu.
Resmîsi ve siviliyle bu unsurları birbirine bağlayan da, zaman zaman birbirleriyle kavgaya tutuşturan da, çok sevdikleri Devletin ‘’bekâsı’’ kaygısıdır. Bizim yasa dışılık ve suç dediğimiz şeyler, onların nazarında Devleti sevme yarışının olağan zayiatlarından başka bir şey değildir. Devletin bekâsı kaygısının yüceliği, sadece hak-hukuk ihlâlini veya suçları değil, bu uğurdaki mücadelenin sağladığı avantajlardan nemalanmayı da elbette haklı gösterir.