banner564

Piyasa ve özgürlük

 (Bugün 11 Aralık 2003 tarihli eski bir yazımı paylaşmak istiyorum)

Merkezi plancılığa dayanan “komuta ekonomisi”nin dramatik başarısızlığının tarihen sabit olmasından sonra, bir an için, iktisatta devletçi ve kollektivist yöntemlerin cazibesinin azalacağı yolunda bir beklenti oluşmuştu. Ama bu beklenti gerçekleşmedi. Tam aksine, piyasa ekonomisi düşmanlığı özellikle aydınlar arasında etkili olmaya devam etti.  
    
Garip olan, özgürlüğü ve refahı temel bir değer olarak görenlerin önemli bir kısmının “piyasa ekonomisi”nden hiç hazzetmemesi. Dünyada olduğu kadar, Türkiye’de de durum böyle. […]
Oysa, piyasalara dayanan bir iktisadî hayat tutarlı bir özgürlükçülüğün toplumsal tasavvurunun temel taşlarından birini oluşturur. Bir kere, özgürlük ilkesinin değerini hayatın çeşitli alanlarına göre farklılaştırmak ve onu belli hayat alanlarına hasretmek mümkün değildir. Bu, olgusal olarak da, normatif olarak da böyledir. Çünkü, hayatın gerçekçi bir kavranışı, kişinin iktisadî faaliyetlerini onun diğer hayat alanlarındaki faaliyetlerinden ayırmaya izin vermez. Bireyin iktisadi etkinlikleri çoğu zaman onun kültürel, sosyal, siyasî, hatta dinî etkinlikleri ile iç içe geçmiş durumdadır. Normatif olarak da, meselâ siyasette özgür olmasını doğru bulduğunuz insanların iktisadî etkinliklerinde neden özgür olmamaları gerektiğini ahlakî olarak açıklamak mümkün değildir. Siyasî özgürlüğe “evet” derken, kendinizle tutarlı kalarak iktisadî özgürlüğe “hayır” diyemezsiniz.

Kaldı ki, iktisadî olarak kendisini idare etmesine, kendi kaynaklarına tasarruf etmesine izin verilmeyen bir toplumun siyasî otoriteden özerk olmasına da imkân yoktur. Bu açıdan, iktisadî özgürlük ve özgür piyasa kurumları sivil toplumun temelidir. İktisaden devlete bağımlı olan, kaynakları devletin tasarrufunda olan bir toplum siyaseten özgür ve özerk olamayacağı için, siyaseti de yönlendiremez. Devletin iktisadî hayatı kontrol etmesi demek, toplumsal alanın neredeyse tümüyle devletin güdümünde olması demektir. Devletin toplumun “velinimeti” olduğu yerde, ne özgürlük olur ne de demokratik siyaset.

Öte yandan, toplumsal refahın artması da özgürlükçü bir ekonomik yapının varlığına bağlıdır. “Refah devleti” teriminin yanlış çağrışımının etkisiyle, “refah”ı üretenin devlet olduğunu sanmak bir aldanıştır. Gerçekte toplumda refahı üreten özgür piyasalardır. “Refah devleti”nin yaptığı, sadece, üretilmiş refahı sağlam bir adalet ilkesine bile dayanmaksızın -yani, büyük ölçüde keyfî olarak- dağıtmasıdır. 

Piyasa ekonomisine duyulan yaygın antipatinin başlıca nedenlerinden biri, gerek entelektüel gerekse popüler kavrayışlara hâkim olan muayyen bir sosyal tarih paradigmasıdır. Esas olarak 19. yüzyılın ikinci yarısının sosyalist fikriyatının baskısı altında oluşmuş olan bu paradigma, sanayi devrimi ve kapitalistleşmeyle birlikte yoksulluk ve sefaletin arttığını söyleyegelmiştir. “Kapitalizm”in kendi iç çelişkileri sonucunda yıkılmasının kaçınılmaz bir tarih yasası olduğuna inanan sosyalistlerin tarihi böyle okumuş olmaları anlaşılabilir bir şeydir. Oysa, bunun, ideolojik amaçlarla çarpıtılmış bir tarih okuması olduğu Mises, Hayek ve M. Hartwell gibi düşünürlerce ayrıntılı olarak gösterilmiştir. Ne var ki, stratejik kaygılarla oluşturulmuş bu “yoksulluk efsanesi”ni zihinlerden sökmek kolay bir iş değildir.

Bu anlayış bugün de dünyanın şurasında burasında etkili olan açlık ve sefaletin günahının “kapitalizm”e yüklenmesi ve bu sorunların çözümü için devletçiliğe ümit bağlanması şeklinde devam etmektedir. Oysa, bu problemin kaynağı tam da merkezî planlamacılık, otarşik ticaret politikaları ve devlet kontrolüdür. Peter Bauer’in çalışmalarının gösterdiği gibi, devletçiliğe saplanılmadığı sürece, geri kalmış ülkeler için fakirlik bir kader değildir. 

Elbette, piyasa ekonomisine dayanan bir modelde de herkesin her bakımdan tatmin olmasına –isterseniz, buna “tam adaletin sağlanması” deyiniz- imkân yoktur. Ama zaten böyle bir tasavvur yeryüzünde “cennet”in kurulabileceğini hayal etmekten farklı mıdır? Kaldı ki, totaliter projelerin genellikle yeryüzü cenneti vaatlerinin ayrılmaz birer parçası olduklarını da unutmamak gerek. Öyleyse, en fazla yapılabilecek olan, kendi kusuru olmaksızın dara düşenleri kayırmamızı mümkün kılacak, keyfî olmayan bir adalet ilkesi çerçevesinde hareket etmek olabilir. Ama bunun da söylendiği kadar kolay bir şey olmadığını; siyasal sürecin, başlangıçta haklı bir ilkeye dayanan bu tür bir uygulamayı zamanla genelleştirilmiş, keyfî bir dağıtımcılığa dönüştürmesi ihtimalini de akıldan çıkarmamalıyız. 

YORUM EKLE

banner608

banner474