Ertesi sabah Espasito’nun kullandığı kiralık arabamızla Ermenistan hududundaki Ani Harabelerine gittik.
Gürcistan’a giden TIR’lar dışında yollarda çok az araç vardı.
Türkiye’yi dolaşırsanız fark etmemeniz imkânsız bir şey var: AKP rejiminin en iyi yaptığı şeyin yol ve bina inşaatı olduğu.
Yollar her yerde geniş ve bakımlı ve devlet binaları dün hizmete açılmış gibi yepyenidir. Kars’ta özellikle Emniyet Müdürlüğü binası büyüklüğü ve şıklığı ile dikkati çekiyordu.
“Her yerde polis var, hiçbir yerde adalet yok,” dedi Espasito, Lefkoşa’nın Rum tarafında gördüğüm bir duvar yazısını hatırlayarak.
Güneş yakıyordu. Geniş bir alana yayılmış olan harabeleri gezmek için atı atıp akü takmış külüstür bir karoçaya bindik. At mı kokuyordu, bana mı öyle geldi bilmiyorum.
Ani’de iki ülkeyi birbirinden ayıran Arpaçay Nehri’nin iki yakasını birleştiren taş köprü hâlâ yıkık duruyordu.
“Mostar’da olsaydı Erdoğan çoktan bu köprüyü tamir etmiş olurdu,” dedi Ani’ye ilk defa gelen Espasito.
Türkiye geçmiş uygarlıkların yıkıntıları ile doludur, ama bunların arasında kapanmamış bir yara gibi duran Ani kadar hüzünlü, virane görüneni yoktur.
Ani’ye ilk defa 1970’lerin sonunda bir BBC televizyon ekibi ile gelmiştim. Sovyetler Birliği ile sınırdaş olan ülkelerin hudutlarına dair bir dokümanter hazırlıyorlardı.
Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü o yıllarda Ani’ye özel izinle gidiliyordu ve fotoğraf çekilmesi yasaktı. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’i (1908-1993) tanıyordum. Ondan özel izin kopardım ve Kars’a yollandık.
Hududa bizi askerler götürecekti. O kadar muazzam bir kar düştü ki yollar kayboldu, cemseler bile yürüyemez oldu. Üç gün otelde kapalı kaldık. Ama nefis ev yemekleri yapan bir lokanta bulmuştum. İngilizler mutluydu.
Dördüncü gün kar dindi ve askerler bizi Ani’ye götürdü. Arpaçay’ın Sovyet kıyısında telden bir duvar vardı. Duvarın başladığı yerden içeriye, Ermenistan’a doğru ayak izlerini göstermesi için kum döşenmişti.
Tel duvar, Sovyetler Birliği ile beraber yıkıldı, yağmurlar kumları nehre taşıdı. Şimdi herhangi bir nehir kenarı gibi, sanki hudut değil.
Zıplatan karoça gezimizden sonra kafeye oturduk.
Yanımıza yaşlı bir çift geldi. Adana’dan başlayan bir turda imişler. Kadın çantasından körpe salatalıklar çıkardı. Zevkle çiğnemeye koyuldular. Onlar da harabe gezilerini bitirmiş sandım ama gitmemişler.
“Nesini gezeceksin,” dedi adam. “Harap bir şehirmiş.”
Ani’den sonra kapanmamış başka bir yara olan Sarıkamış’a gittik.
Birinci Dünya Savaşı’na girmemizden hemen sonra, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa (1881-1922), Anadolu’nun doğusundan Rusları kovup Kafkaslar’a uzanabilmek için Sarıkamış’ı hedef alan bir harekât düzenledi. Enver ordunun hazırlıksız olduğu uyarılarına kulak asmadı ve on binlerce askeri yazlık elbiselerinin içinde Allahuekber Dağlarına sürdü. Altmış bin asker Ruslara karşı tek bir kurşun atamadan donarak öldü.
Türk tarihinin, muhtemelen tarihin en büyük askeri faciası ve kesinlikle en akılsız harekâtıdır.
Ölen askerler galiba unutuldu, ama bir askeri aptallık numunesi sayılması gereken Enver’e hâlâ kahraman muamelesi yapan az değildir.
Mezarları aradık ama bulamadık.
“Canlılara saygısı olmayanların ölülerine saygısı da olmaz,” dedi Espasito.
Şehitliği görmek için sanırım Hamalı Köyü'ne ulaşmanız gerekiyordu. Şehitlikte 40’ar 50’şer kişilik gruplar halinde gömülmüş bir çok şehit bulunmaktaymış. Muhtemelen çoğu başlarına ne geleceğinden habersiz gencecik insanlardı. Allah rahmet eylesin. Bu insanların hakkını ancak bu ülkeyi büyüterek, çok çalışarak, ahlaklı olarak, hırsızlık yapmayarak, kutuplaştırmayarak, milleti ezmeyerek, doğasını ve kültürünü koruyarak ödeyebiliriz.