Bugünlerde, mevcut iktidar konsorsiyumunun başı Sedat Peker’in ifşaatlarıyla dertte. İçişleri Bakanı hakkındaki vahim iddialar ve bunların rejimle ilgili imaları devleti ve hükûmeti hiç ilgilendirmemiş görünüyor. Muhalefetin konu hakkında bir Meclis araştırması başlatma girişiminin sonuç vereceği de şüpheli. Ama bu meselenin dışında Türkiye’nin başka kalıcı sorunları da var ilgilenilmesi gereken.
AKP’nin başını çektiği bu konsorsiyumun bir yandan toplumun özellikle muhalif kesimleri üzerindeki baskıyı günden güne artırması, öbür yandan da ülkeyi her bakımdan iflasa sürüklemesi çoktandır muhalefet partilerini bu çıkmazdan kurtulmak için bir arayışa sevk etmişti. Bir süredir bu arayış, Türkiye’nin içine saplandığı devasa krizin asıl sorumlusu olarak görülen 2017 Anayasa değişikliğinin getirdiği hükümet sisteminden vazgeçilerek parlamenterizme, daha doğrusu ‘’güçlendirilmiş parlamenter sistem’’e dönme çalışmaları üstünde yoğunlaşıyor. Muhalefet partilerinden bu yönde öneriler gelmeye başladı bile.
Ancak, bu arayış ve ona bağlı önerilerde şöyle bir temel sorun var: Başta muhalefet partileri olmak üzere farklı siyasî eğilimlerdeki pek çok kişi ve grup Türkiye’nin krizinin AKP’nin getirdiği yanlış hükümet sisteminden –‘’cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi’’nden- kaynaklandığını, dolayısıyla bunun yerine ‘’doğru’’ sistem, yani parlamenter sistem geçirilince meselenin hallolacağını varsaymaktadır. Oysa Türkiye’nin bugün karşı karşıya bulunduğu mesele bundan daha karmaşık ve daha kapsamlıdır.
Bir kere, kendisine ‘’millet ittifakı’’ diyen muhalefet cephesi 2017 Anayasa revizyonunun bir hükümet sistemi değişikliğinden ibaret olduğunu, yani önceki parlamenter sistemin kaldırılıp yerine ‘’başkanlık sistemi’’nin getirildiğini düşünmektedir. Gerçekte ise, son üç-dört yıldır ısrarla belirttiğim gibi, AKP’nin getirdiği başkanlık hükûmet sistemi değil, ‘’başkancı’’ bir rejimdir. Bu nüans şu bakımdan önemlidir ki, başkanlık sistemi bir hükûmet sistemi modeliyken, “başkancılık” bir hükümet sistemi değil bir otoriter rejim tipidir.
Başkancı rejim genel oyla seçilmiş, ‘’kararname’’ çıkarma yetkisi adı altında yasama yetkisinin de ortağı olan, hiç bir fren ve denge mekanizmasına tâbi olmayan güçlü bir “başkan”ın yasama ve yargı organlarını da kontrol edebildiği bir siyasî sistemi ifade etmektedir. Bu sistem, yasama-yürütme-yargı arasındaki yatay ilişki modelinin tersine, tepesinde başkanın yer aldığı hiyerarşik bir devlet yapısı özelliği gösterir. Kısaca, 2017 Anayasa revizyonuyla gerçekleştirilen şey, hükûmet sistemi modelinin ötesinde, bütün bir devlet sisteminin otoriterizm yönünde değiştirilmesi, yani bir rejim değişikliğidir.
Bu nedenle, ikinci olarak, ister ‘’güçlendirilmiş’’, isterse ‘’rasyonelleştirilmiş’’ şekli olsun, sadece parlamenter hükûmet sistemine geçilmesi Türkiye’nin rejim sorununu çözmez. Evet, her iki kavramın işaret ettiği teknik veya mekanizmaları içeren, revize edilmiş bir parlamenterizme geçilmesi bugünkü durumdan daha iyi sonuç verebilir, ama Türkiye’nin asıl sorunu devlet sistemini bir bütün olarak ele almaktır. Buna siyasî sistemin önde gelen aktörleri olan siyasî partilerin yapı ve işleyişini yeni esaslara bağlamak, hatta siyasî kültürle ilgili meseleleri yeniden düşünmek de dâhildir. Meselenin sanıldığından daha ‘’karmaşık’’ olduğuna işaret etmemin esas nedeni budur.
Muhalefet partilerinin çoğunun krizden çıkış yolu arayışının başka bir özelliği de meseleyi sadece AKP’den kurtulmak olarak gördükleri izlenimi vermesi. Bu bakış açısı Türkiye’nin AKP öncesi rejiminin ‘’ufak-tefek teknik ayrıntılar dışında’’ olağan bir demokratik rejim olduğunu ima ediyor. Karşı karşıya bulunulan meseleyi, ‘’cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi’’nin yerine ayrıntıya ilişkin kimi düzeltmelerle birlikte parlamenter modelin konmasından ibaret görmeleri de bundan kaynaklanıyor.
Oysa, AKP ve ortakları demokratik yoldan iktidardan düşürüldüğü zaman, revize edilmiş bir parlamenter sisteme geçilse bile Türkiye’nin özgürlük ve demokrasi sorunu ortadan kalkmayacaktır. Meseleyi bir ‘’hükûmet sistemi’’ sorunu değil de bir ‘’rejim sorunu’’ olarak ele almayı önermemin nedeni de bu. İşin kötüsü, ‘’millet ittifakı’’nın omurgasını oluşturan iki partinin AKP-öncesi rejimle esaslı bir sorunu olması şöyle dursun, bunlar o rejimin ideolojik referanslarının yılmaz savunucusu konumunda görünüyorlar.
Kısaca, muhalefet cephesi içinde meseleyi baştan beri anlatmaya çalıştığım şekilde görmeye başlayan dikkate değer bir aktör veya aktörler bloku ortaya çıkmadığı sürece, muhtemel bir AKP-sonrası Türkiye’nin medenî dünyanın siyasî standartlarına bile yaklaşması bir ham hayaldir.