Kıbrıs Türk tarafı, 2004 yılında Maraş’ı, Güzelyurt’u, yüzlerce yıldan beri Türk olan Yeşilırmak’ı ve çok sayıdaköyü Rumlara vermeyi kabul etti...
Yaklaşık 80 bin Rum sadece toprak iadesiyle mülküne dönebilecekti...
Bunun dışında toprak düzenlemeleri, boş arazilerin bir kısmının iadesi sayesinde binlerce insan daha tatmin edilmiş olacaktı...
Geri kalanlar ise ya Kıbrıslı Türklerin güneydeki mülklerini, ya da kuzeyde bıraktıklarının parasını alacaktı...
Rumların en büyük korkusu olan 40 bin kişilik Türk ordusunun tamamına yakını Türkiye’ye dönecek, adada sadece 650 asker kalacaktı...
Bunun karşılığında Kıbrıslı Türklere, 1960’ta olduğu gibi 10 kişilik Bakanlar Kurulu’nda 3 sandalye verilecekti...
Rumlar; kendilerine ‘altın tepsi’ içinde sunulan bu fırsatı yüzde 75 gibi ezici bir çoğunlukla reddetti...
İşin ilginç yanı ‘Ret Cephesi’ içinde komünist AKEL de vardı...
Referandumun başarısızlıkla sonuçlanması sonrasında dönemin AKEL Lideri Dimitris Hristofyas “hayır”ın gerekçelerini sıralarken aynen şöyle demişti:
“Aslında Annan Planı’nı benimsiyoruz. Sadece bunun uygulanmasını kimin garanti edeceği belli değildir. Planda düzenleme yapılırsa o zaman biz de evet deriz...”
İkinci tuhaflık
AKEL, başından beri ‘İki bölgeli, iki toplumlu federasyonu’ desteklediğini söylemekle birlikte; bunu sağlayacak olan Annan Planı’nı 2004’te reddederken, şimdiki Rum lideri Anastasiadis’in partisi DİSİ ‘evet’ oyu kullanmıştı...
Anastasiadis, 1960 anlaşmalarından kaynaklanan garantörlüğün devamını, tek yanlı müdahale hakkı ile 650 Türk askerinin adada kalmasını kabul etmişti...
Şimdi aynı lider, Crans Montana’daki başarısızlığı ‘Garantilerin ve tek yanlı müdahale hakkının iptal edilmemesine’ bağlıyor ve “İşe yaramaz garantiler iptal edilmezse çözüm olmaz” diyor...
Üçüncü tuhaflık
Şimdi ‘Üçüncü tuhaflığa’ geçelim...
Kıbrıs’ta ENOSİS mücadelesini başlatan ve EOKA terör örgütünü 1955’te harekete geçiren dönemin Başpiskoposu Makarios, 1977 yılında merhum Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile yapmış olduğu anlaşmada ‘İki bölgeli, iki toplumlu’ federasyonu kabul etmiş,BM Genel Sekreteri’nin huzurunda bunu imzalamıştı...
Şimdiki Başpiskopos Hrisostomos ise; Anastasiadis-Akıncı görüşmelerinin birinci yılında Sen Sinod Meclisi’ni toplamış, gerekli bilgileri aldıktan sonra ‘müthiş bir mutluluk yaşadıklarını’ açıklamıştı...
Anastasiadis, müzakere masasında Akıncı ile iki bölgeli federasyonu görüşürken, Başpiskopos’un ‘müthiş bir mutluluk duyması’ herkesin dikkatini çekmişti...
Ayrıca içimizdeki bazı kesimler kilisenin değiştiğini iddia edebilecek kadar inandırılmıştı...
Kilisede herhangi bir değişikliğin olmadığını Crans Montana’nın dağılmasından sonra herkes bir kez daha anlamış oldu...
Müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanmasından duyduğu memnuniyeti dile getiren ve Eide’nin adadan kovulmasını isteyen Başpiskopos Hrisostomos aynen şöyle dedi:
“Türkiye; Zürih anlaşmalarından vazgeçse ve askerlerinin tamamını çekse bile federasyon öngören bir anlaşma olmaz. Olsa da yıkılır.”
Dördüncü tuhaflık
Rum tarafı, BM önünde cereyan eden müzakerelerde ‘tek başına egemenlik’ emellerini saklamaya, iki bölgeli federasyonu destekler gibi görünmeye çalıştı...
Zivaniya masasında Akıncı’ya ‘Dönüşümlü Başkanlığı’ kabul edeceğini söylerken, resmi görüşmelerde bunun adını dahi ağzına almadı...
Rum tarafı, garantilerin belli bir zaman içinde sonlandırılabileceği yönünde mesaj aldığı haldeuzlaşıya yanaşmadı...
Doğal gaz konusunda yeni sondaj çalışmalarını başlatmaktan vazgeçmedi...
Türk tarafı ise ‘B Planından’ söz ederek ilk adımda Maronitlere ‘geri dönüş çağrısı’ yaptı...
Maronitler döner mi, dönmez mi göreceğiz...
Ancak çocukların da dilinden düşürmediği Maraş’ın Türk kontrolünde açılması tartışmalarının başlaması Rumların art niyetli düşüncelerini bir kez daha ortaya çıkardı...
Şimdi Rum tarafı, yıllar öncesine dönerek ‘Güven Yaratıcı Önlemlerin’ hayata geçirilebileceğini söylüyor...
Ve bu çerçevede Maraş’ın BM’ye iadesini istiyor...
Kentin iadesiyle birlikte Rum halkının eski mülklerine dönmesini talep ediyor...
Bunun karşılığında federasyonu kabul edecek mi?..
Ne münasebet...
Ondan söz etmek yerine, Gazimağusa Limanının AB kontrolünde açılması teklifini yeniden canlandırıyor...
Gazimağusa Limanı zaten çalışıyor...
Üstelik Türk yönetiminde...
Burada yönetimin AB’ye devredildiği ilk günden itibaren limanın kapatılacağını kargalar bile biliyor...
Çünkü, hazırlanan raporlar limanın AB standartlarında olmadığını gösteriyor...
AB standartlarına göre düzenlenmesi için en az 3 yıllık bir çalışmadan ve 250 milyon Euro’luk harcamadan söz ediliyor...
Bu tuhaf öneriyi yıllar öncesinde de yapmışlardı...
Ancak hava aldılar...
Şimdi bir kez daha hava alacaklar...
Böylesi ciddiyetsiz yaklaşımlarla istediklerini elde edemeyecekler...
Madem ki paylaşım istemiyorlar...
Federasyona “hayır” diyorlar...
Larnaka Limanı onlarda, Ercan bizde...
Makenzi onlarda, Maraş bizde...
Hala Sultan onlarda, Apostolos Andreas bizde...
Bugünkü koşullarda yapılması gereken taraflar arasında ‘Saldırmazlık Anlaşmasının’ imzalanması, AB kuralları çerçevesinde ELAM gibi ‘terör örgütlerinin’ kapatılması ve iki toplum arasındaki ilişkilerin gelişebilmesi için engellemelerin kaldırılmasıdır...
İyi komşuluk olursa, uzun yıllar sonra bir evlilik denemesi daha yapılabilir...
Şimdiki durumda taraflar buna hazır değildir...