Geçenlerde İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin Oxford ve Cambridge üniversitelerinde felsefeye yeni bir yön veren dört kadın feylesofla ilgili kitabı okurken içlerinden birinin, Iris Murdoch (1919-1999), Kuzey Afrika çöllerinde çarpışan bir sevgilisi olduğunu öğrendim.
Anlatıldığına göre, o çöllerde kum fırtınası başladığında askerler çarpışmalara ve ölümlere ara verildiği için rahat bir nefes alıyorlarmış. Ama kum fırtınası o kadar feci imiş ki bir süre sonra dinsin de çatışmalar ve ölümler tekrar başlasın diye dua ediyorlarmış.
Güneş o denli yakıcı imiş ki tankların üzerinde yumurta kavurmak mümkün imiş. Sinekler ise efsanevi çoklukta imişler. Ceset kanı içerek öylesine şişiyorlarmış ki bozulmuş et kokusu yayıyorlarmış. Banyoyu bırakın, yüz yıkamak için bile su yokmuş. İstihkak günde bir fincan su imiş.
Bu zorlukların inadına posta mükemmelen çalışıyormuş. Kitapta yazdığına göre, kâğıt darlığına rağmen Ordu Posta Hizmetleri’nin elinden haftada sekiz milyon mektup ve kartpostal geçiyormuş.
Sekiz milyon! İnanılmaz…
Avrupa’da matbaaların faaliyete geçtiği On Beşinci Yüzyıl’dan başlayarak dinmeyen bir okuma ve yazma merakı başladı. Sonuç, tarihe ışık tutan sayısız kitap, mektup ve anı defterinin varlığıdır. Okuduğum kitapta 70 sayfadan fazla tutan yüzlerce dipnot var. Hemen hepsi mektuplara ve kitaplara atıfta bulunuyor.
İyi de bunları bize neden anlatıyorsuna gelecek olursak…
Geçenlerde internette Fuzuli’yi araştırıyordum. Şaşkınlıkla Divan Edebiyatı’nın en ünlülerinden biri olan bu şair hakkında çok az bilgi olduğunu, bunların da kesin olmadığını öğrendim.
Ne zaman, nerede doğduğu bile bilinmiyordu. İslam Ansiklopedisi’ne göre “büyük bir ihtimalle 1480’de veya bu tarihten birkaç yıl sonra doğmuş olduğu” söylenebilirdi. Hayatı ile ilgili bilgilerin çoğu rivayet şeklinde imiş. Oysa, İslam Ansiklopedisi’nin sözleri ile, “şöhreti, nüfuz ve tesiri daha kendisi hayatta iken bütün Türk-İslâm ülkelerine yayılmaya başlamıştır.”
Fuzuli’den iki yüz yıl sonra yaşamış olan Nedim hakkında biraz daha fazla bilgi var, ama bunlar da bu ünlü şairin anlamlı bir portresini çizmeye yeterli değil.
Daha yakın zamanlara geldiğimizde, birkaç örnek verecek olursam, Yahya Kemal, Orhan Veli, Zeki Müren, Ayhan Işık’ın hayatıyla ilgili, ana hatları dışında ne biliyoruz? Veya kısa bir zaman önce ölen ünlü ressam Komet, Gürkan Coşkun…
Çok az şey.
Ün kazanmış, eserler bırakmış, ilginç hayatlar yaşamış kişiler parmaklarımızın arasından akan kum taneleri gibi geçmişin kumsalında kaybolup gidiyor.
Nedeni, yazmak ve okumakla, hatta sicil ve kayıt tutmakla pek alakamız olmamasıdır. Buna Türk’ün genetik meraksızlığı da eklenince geçmişimiz ayışığında görülen şeylerden bile örtülü oluyor.
Bu arada Batı’da dinmeyen bir mektup ve biyografi fırtınası var. Ölümünün üstünden iki yıl bile geçmeden geçen hafta John le Carré (1931-2020) ile ilgili iki kitap çıktı.
Bu arada sorayım: Hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmediğimiz geçmiş Türk büyüklerinin internette gördüğümüz portreleri ne oluyor?
Neredeyse hepsi uydurmadır da kim neden uydurma ihtiyacı duymuş?
Ukalalık saymazsanız, "Ün kazanmış, eserler bırakmış, ilginç hayatlar yaşamış kişiler parmaklarımızın arasından akan kum taneleri gibi geçmişin kumsalında kaybolup gidiyor." cümlenizde ,"kumsalında" yerine "çölünde" deseydiniz sanki yazıya daha uygun olmaz mıymış?
Haklısınız. Olurdu. Teşekkürler :-)