Ortadoğu’daki dinlerle Asya’da ortaya çıkanlar arasında büyük farklar var.
Farkların en büyüğü, Asya’daki en yaygın inanışlardan Budizm ve Taoculuğun din olmamasıdır. Bu ikisinin tanrısı, peygamberi, kutsal kitabı, tapınağı, ruhban sınıfı yoktur.
Yanılıyorsun. Bunların hepsi değilse bile neredeyse hepsi var, belli ki senin haberin yok, diyeceksiniz.
Haklısınız. Vardır ama sonradan oldular. Buda bir din kurmadı, bir tanrıya işaret etmedi ve arkasında Kuran veya Tevrat gibi bir kitap bırakmadı.
Taoculuk için de, her ne kadar kurucusu olarak bilinen Lao Tzu’nun yazdığı kabul edilen Tao Te Ching adlı bir kitap varsa da yazarı bir insandır, Tanrı değil.
Musa, İsa, Muhammed Tanrı’nın buyruğu ile yola koyuldu.
Hindistan’da Buda ve Çin’de Lao Tzu için gökten gelen bir emir söz konusu değildir. Onlar kendi girişimleri ile yola koyuldular. Amaçları bir din başlatmak değildi. İnsanın neden mutsuz olduğunu araştırmak, buna çare bulmak ve öğrendiklerini paylaşmaktı.
Budizmi din hâline getiren Buda’nın sağlığında öğretilerini dinleyip ona inanan ve Hindistan’a dağılıp insanın dertlerden nasıl kurtulacağını anlatan müritleridir. (Hıristiyanlık da benzer şekilde yayıldı.) Taoculukta da aynı şey geçerlidir. Bu iki yaşam felsefesinin “din” özelliği kazanması için yüzyılların geçmesi gerekti.
Budizm ve Taoculuk bugün kurumsal görünümü ile Museviliğe veya Müslümanlığa benzese bile bu Ortadoğu dinleri ile aralarındaki temel farklılıkları ortadan kaldırmaz.
Budizm ve Taoizm; tapınakları, ritüelleri, duaları, yol gösterici ruhban sınıfı ile bir din olarak yaşanabilir.
Yaşanmayabilir de.
Tapınma veya bir takım tanrısal varlıklara inanma içermeyen, bir felsefe, yaşam tarzı olarak da kabul edilebilir ki Buda ve Lao Tzu için böyle idi.
Tersine, Hıristiyanlıkta ve özellikle Musevilikte ve Müslümanlıkta inananların yerine getirmesi şart olan sayısız kural ve uymayanları için ceza vardır.
Budizm ve Taoizm’de inanıp inanmamak serbesttir.
İnsan en iyi biçimde nasıl yaşar? Yıllarını hangi kurallara uyarak geçirmelidir?
Düşünürler bu soruların cevaplarını Milattan 400-500 sene önceden başlayarak, dünyanın birden çok yerinde, birbirinden habersiz aşağı yukarı aynı dönemlerde aradı. Tanrıdan buyruk almadan ve peygamberlik iddiasında bulunmadan. Ve aşağı yukarı aynı sonuçlara vardı.
Milattan Önce Dördüncü Yüzyıl’da yazıldığı sanılan Tao Te Ching’in 56’ıncı bölümünde şöyle bir cümle var: “Bilge adam ne bilmediğini bilendir.“ Bir yüzyıl sonra, eski Atina’da Sokrates buna benzer bir şey söyledi: “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.”
Beşinci ve Altıncı Yüzyıllarda yaşayan Buda’nın temel tespitlerinden biri her şeyin geçici olduğu, statik hiçbir şeyin olmadığıdır. Yaklaşık olarak aynı dönemde yaşayan Yunan Heraklitus aynı şeyi “Aynı nehre iki defa giremezsiniz,” diye anlattı.
Ahlak, maddi şeylere değer vermemek, merhamet, alçak gönüllülük bu düşünce akımlarının ortak önerileridir.
Tek tanrılı dinlerden çok önce insan iyi yaşamanın formülünü bulmuştu. Sorun, ne eskilerin ne de peygamberlerin insanı doğru yola sokma çabalarının başarılı olmasıdır.
Bugün her yerde bütün dinler saf dinin bürokrasiye dönüşmüş hâlinden başka bir şey değildir.
Dinler vardır, dindarlar vardır ama ahlaklı insan azdır.
Son iki satır yeterli.
Bunlar ilahiyatın konuları. Ki ilahiyatçılar bile bu işlerin içinden çıkamıyor. Dünyada kaç insan varsa o kadar da inanış var adeta.
İnsan tanrının varlığını ispatlayamaz. Yokluğunu da ispatlayamaz. Geriye inanmak ya da inanmamak kalır. İnandın, öldün, tanrı yokmuş! İnanmadın, öldün, varmış! Yapılabilecek en iyi ve tek şey bu hayatta, düzgün bir insan olmaya çalışmak.
Her nerede ortaya çıkmış her ne kadar inanış varsa, bugün hepsi sonu gelmez yorumlama ve tartışmalar içinde kaybolmuş durumda. İnsan dünyevi nefsine hakim olamadığı için, her inanışı bu uğurda çarpıtıyor, bozuyor. Oysa hikayenin bütün versiyonlarında aynı basit şey anlatılıyor: Tanrıya inan ve düzgün insan ol. Sonrası, sonra.