Bir ay kadar önce 60 yıllık eşini kaybeden ablamın yanında olmak için İzmir’e gittim.
Ülkü ile Beşir, ablamın İngilizce, eniştemin tarih okuduğu Ankara’da, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde tanışmışlar ve mezun olur olmaz evlenmişlerdi. Birkaç yıl ara ile iki çocukları oldu ve ben kötü bir evlilikten diğerine yuvarlanırken hayatımda gördüğüm ender mutlu yuvalardan birini kurdular.
Birbirlerine çok bağlıydılar. Hemen hemen her hafta sonu çocukları eşleri ile beraber ablama gelir, birlikte yemek yerlerdi. Yakınlarda onlara doktor olan torunu ve eşi de katıldı.
Beşir’i bugün Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin sarayvari girişinde ilk gördüğüm günkü gibi hatırlıyorum: Önü ilikli koyu gri elbiseli, beyaz gömlekli ve kravatlı, tıraşlı ve siyah ayakkabıları yeni boyalı.
Görür görmez bana güven vermişti.
Beşir, doksanıncı yaşını kutladıktan birkaç gün sonra emekliliklerinde yaşamaya başladıkları İzmir’deki bir hastanede vefat etti.
Dinçken öğleden sonraları mahalledeki kahvede kendi gibi emekli olan arkadaşları ile buluşur, briç oynarlardı.
Son birkaç yıl ise evden çıkamayacak kadar güçsüzleşmişti. Evde duvarlara tutunarak yürüyordu. Sonra yatalak oldu. Ona bakması için birinin tutulması gerekti. Kötüleşince hastaneye kaldırdılar. Yoğun bakımda, kendinden geçmiş bir vaziyette üç dört gün yaşadıktan sonra hayatı terk etti.
Sevgi içinde yaşamıştı, sevgi içinde öldü.
Haberi alınca doktor torununun sözleri “Keşke hastaneye kaldırmasaydınız, yatağında ölseydi,” olmuş.
Kolay mı?
Hayatın son damlasına kadar, o hayat ne kadar çekilmez, yakınları için ne kadar zor hâle geldiyse gelsin, evden bir nefes eksilmesini istememek çağımızın özelliklerinden biri değil mi?
Hasta, ölmek; sevenleri ondan kopmak istemez, doktorlar kurtuluş şansı olmadığını bile bile hayatı uzatmaya çalışır.
Ölüm her zaman bu kadar zor değildi.
Eskimolar kabilenin hayatına katılamayacak derecede güçsüzleştiklerinde bilerek karlarda kendilerini kaybederlerdi.
Afrika Buşmenlerinde âdet, yürüyemeyecek kadar yaşlı olanları vahşi hayvanlardan korumak için çevrelerine dikenli dallar yerleştirip terk etmekti.
Yaşlı Pliny’nin (MS 23/24- MS 79) yazdığına göre, eski Roma’da çektikleri acılar dayanılmaz hâle gelen arkadaşları, sevdiklerinin elveda ziyaretlerinden sonra zehir içerek kendi canlarını alırmış.
Felsefenin kurucularından biri sayılan Sokrates MÖ 399 yılında 71 yaşında iken Atinalılar onu gençleri yoldan çıkardığı ve tanrılara saygısızlık ettiği suçlamasıyla ölüme mahkûm etti. Güçlü dostları vardı. Onu hapisten kaçırmak istediler ama o reddetti ve verilen baldıran zehrini içerek öldü.
“Ölümün insan için en büyük lütuf olmadığını hiç kimse bilmiyor,” dedi, mahkûmiyetinin açıklanmasından sonra Atinalılara hitabında. “Buna rağmen en büyük kötülük olduğuna eminmişler gibi ondan korkarlar.”
Ben bir defa dünyayı terk etme denemesi yaptığım için korkmuyorum, Sokrat Abi.
Ötenazi serbest olmalı