Sonunda sıcaklardan kaçmak için Espasito ile Kars’a gitmeye karar verdik.
Fakat Semerkant’ta uşakla randevusu olan Azrail gibi sıcak bizi orada bekliyordu.
Sıcaklık gündüzleri otuz dereceyi geçiyordu. Üstelik yükseklik iki bin metreyi aşkın, hava temiz olduğu için güneş daha parlak, daha yakıcı yakıcı idi.
Ama gittiğimize memnunduk. Hiç olmazsa serinleyen gecelerde klimasız uyuyabiliyorduk.
Türkiye’ye neden Küçük Asya dendiğini, ülkenin kıtamsı büyüklüğünü en iyi anlamanın yeri Kars’tır.
Şehir her yöne doğru uzayan, tarih boyunca birçok ordunun doğuya ve batıya köprüsü olan uçsuz bucaksız bir platonun üzerine kuruludur.
Düzlüğü bozan yerlerdeki yuvarlak pürüzsüz tepeler alçaktır, inilmesi ve çıkılması kolay görünür. Ve çakıl taşı gibi keldir. Devasa platoda, bazı vadiler ve köy kenarları dışında ağaç yoktur. Ağaçlar nereye gitti?
Ekinler biçilmiş, kışın sütünden yapılan peynirlerle Türkiye’yi doyuran hayvanları beslemek üzere saman balyaları mavi brandaların altına alınmıştı.
Köylerde bu balyaların kıyısında kuruyan, özenle yerleştirilmiş düz tuğlalardan oluşan tezek tepeleri vardı. Havalar soğuyunca, aylarca kalkmayacak kar yağmaya başladığında evler inek dışkısından yapılan bu briketlerle ısıtılacak.
Bu, insanın Anadolu’da, belki her yerde, tarihin yazılmadığı günlerden beri kullandığı, ne zaman nerede keşfedildiği bilinmeyen bir ısınma yöntemi.
Gazeteciliğe başladığım 1970’li yıllarda tezeğin Türkiye’de en yaygın kullanılan yakacak olduğunu okumuş ve çok şaşırmıştım. O zaman bu bana bir geri kalmışlık işareti gibi görünmüştü. Şimdi sürdürülebilirlik, doğallık, hiçbir şeyin boşa gitmemesi gibi geliyor.
Sarı-kahverengi ovada şişman ve mutlu inekler otlanıyordu. Buralar hep böyle ağaçsız mıydı yoksa binlerce yıl tarla açmak, ocaklara odun yetiştirmek için mi toprak ağaçlarını insana teslim etmişti bilmiyorum. Ama neden şimdi ağaç dikilmiyor?
Ağaçsızlık tek renklilik yaratmıştı. Her yan ekini kaldırılmış tarla rengindeydi ve bu çevreye değişik bir güzellik veriyordu. Elektrik pilonları dışında monotonluğu bozan tek şey dikdörtgen tarlaları ayıran taş yığınlarıydı. Tarlalar ufak ufaktı ve ufalmaya devam ediyordu. Türk miras düzeni her ölümden sonra mülklerin mirasçılar arasında bölünmesini emrettiği için ufalma teorik olarak her tarla mendil büyüklüğüne ulaşıncaya kadar sürebilirdi.
Kars’ta üç gece geçirdik. İlk gün şehirde idik. Kars’a dışarıdan gelen herkes gibi bal ve çeşit çeşit kaşar ve gravyer satın aldık. Nehir kenarında, yeni düzenlenen meydanda oturup Kars Kalesi’ne baktık.
Hafta sonu kalabalığının doldurduğu meydanda insanlar İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde yaşayanların sabırsızlığından ve kızgınlığından uzak, rahat görünüyordu.
KARS yazısının dibinde yere bağdaş kurmuş siyah gözlüklü, şapkalı bir yaşlı, kaval çalıyordu. Onun çıkarmış olduğu ayakkabılarının içine on lira bıraktık.
Terleyerek otele yürüdük
“Biz yaz sevmeyiz. Bu sıcağa da hiç alışkın değiliz,” dedi resepsiyondaki adam.
“Biz de,” dedik. “Biz de.”
Merhabalar
Memleketimize ve bölgemize hoş geldiniz
Ben de Kars'a yakın Allahuekber dağı eteklerinde olan Erzurum/ Şenkaya yaylalarında oturuyorum Akşamlar soba yakıyoruz sizin yakıt olarak tezek yakıyoruz. İki aya kalmaz kar yağar
Bu bölge, eskiden ormanmış ama şimdi ağaç yok
O ağaçlar neden yok edilmiş bilinmiyor şimdi benim oturduğum köyün bazı yerlerinden manga kömürün benzer bir kömür çıkıyor. O odunların bazıları demek ki fosilleşmiş odun kömürü olmuş.
Selamlar ve iyi gezmeler