İncir ağacında hala birkaç incir var.
Belki birkaçtan da fazla ama durduğum yerde, yatak odası penceresinden sadece bir iki tanesini görüyorum. Olgunlaşmayacaklar, çünkü sonbahardayız ve ağaç artık olgun incir yapma gücüne sahip değil.
İncir henüz yapraklarını dökmedi. Yazın olduğu gibi kocaman avuçları yere ve göğe – Tanrı’ya ve Tanrı’nın izine - bakarak esintide hafif hafif sallanıyor. Ama günleri sayılı. Biraz soğusun, biraz yağmur yağsın, şömineyi yaktığım geceler gelsin, bir sabah bakacağım ki ağacın altında sarı yapraklardan ıslak bir halı oluşmuş…
Başka bitkilerin saltanatına geçtik artık. Her tarafı otlar sardı, bahçe yemyeşil oldu. Her gün biraz daha büyüyorlar ve sıklaşıyorlar.
Zambaklar, süsenler başlarını gösterdi. Yerden hançer gibi çıkan krokozmiyalar da.
Nergislerin ve lalelerin ve diğer soğanlı bitkilerin daha zamanı gelmedi. Belki Aralık sonu, Ocak...
Bir defa yağmur yağdı, iki iki buçuk gün aralıklı sürdü, gitti ve beni her zamanki yerde bıraktı.
“İşte buradayım, yaşlı bir adam… kurak bir ayda yağmur bekliyorum.”
Bekliyorum ama gökyüzü masmavi ve hava tişörtlük.
Yağmurlardan sonra geri dönen gündüz sıcakları ortadan kaybolan sivrisinekleri de geri getirdi. Bahçede hemen çevremi sarıyorlar. Siyah renklerinden ve küçük olmalarından yeni nesil olduklarını anlıyorum. Bir de aç olmalarından - onları öldürmeye çalışmamdan korkmadan etime konmakta ısrar ediyorlar.
Isıranlar dişi olanlar. Yumurta yapmak için kana ihtiyaçları var. Belki de incir yaprakları gibi soğukların yakın olduğunu bildikleri için ısrarkeşler.
Vücuda konup iğnelerini sokmaya başladıkları an, öldürülmelerinin en kolay olduğu zamandır. Dikkatlerini kan içmeye verdikleri için onları yok etmek üzere yola çıkan elinizi fark etmezler.
Geçen gün kayalık kıyının kenarındaki Lapta yürüyüş yolunu adımlarken koyun üzerindeki köprüde mayolu bir kız gördüm. Korkuluğun diğer tarafına geçti ve arkasını karaya döndü. Kendini çivileme denize attı. Düşerken annesi telefonuyla, babası pahalı bir kamerayla fotoğrafını çekti. Yürüyüp geçtim. Dönüşte kız gene atlamaya hazırlanıyordu. Bu defa çevresine küçük bir kalabalık toplanmıştı.
Kız Alman’dı. Kıbrıslıları vursan artık denize girmezler, ama yabancılar için deniz mevsimi açık.
Bu sene ağaçlarım hiç yafa ve tatlı portakal vermedi. Yumurta büyüklüğünde bir iki meyveyi saymazsak. Acaba yaşlandılar ve artık hiç vermeyecekler mi? Yoksa tembel bahçıvan onları iyi sulamadı mı? Ya da bu seneyi dinlenerek mi geçirmek istiyorlar?
Zeytinler de her zamanki gibi ya boş ya da küçük zeytin verdi. Belki Espasito geldiğinde küçük müçük demez toplar, biraz zeytin yaparız.
Yaşayan her şey işaretlerini havalardan alır. İncir yapraklarını döker veya dökmez, sivrisinek yok olur veya çoğalmaya başlar, Alman kız suya dalar veya hırkasını giyer, ben şömineyi yakarım veya daha yakmam.
Medeniyet dediğimiz şey, havalar iyi gittiği için var.
Evinden çıkıp yürüyerek yaşayabilmek bence en büyük medeniyet. Yüreğinize, kaleminize sağlık..Sayın Münir.