Kıbrıs Türk halkı olarak, halen her bakımından geçmişle kıyaslanamayacak derecede çok iyi bir yerde bulunduğumuz yadsınamayan bir gerçektir. Ancak, Rum- Yunan cephesinin 1963 yılından başlanarak sergilediği uzun vadeli, inançlı ve mücadeleci politikaları karşısında, bizim bu güne kadar sergilemekte olduğumuz tutarsız, pasif, teslimiyetçi, işleri oluruna bırakma anlayışı, her şeyin Anavatan tarafından yapılmasını bekleme kolaycılığı, Rum yanlısı AB ve BM gibi kuruluşların belirlediği kulvarda çözüm arama ısrarımız ve müzakerelerde verdiğimiz ödünler geleceğimizle ilgili olarak haklı endişelere neden olmaktadır.
1963 yılından sonra hep saldırıya uğrayan ve hakları çiğnenen taraf olmamıza rağmen, karşı tarafın suçlarını örtbas etmesi, propagandaya önem vermesi nedeni ile hep kaybeden taraf olduk. Kıbrıs Türk halkı olarak, olaylardan ders almamız, artık kendimize gelmemiz, geleceğimizi riske atmamamız ve yeniden eski sıkıntılı günlere getirilmememiz için, uzun vadeli ve daha isabetli bir tutum sergilememiz ve bu doğrultuda inançla sebatla, bıkmadan, usanmadan mücadele etmemiz gerekir.
Her konuda olduğu gibi, ülkenin geleceğinin belirlenmesinde de seçilmişlerin her şeyi en iyi bilmeleri mümkün değildir. Ayrıca, ülkenin geleceğini ilgilendiren yaşamsal konularda tek bir kişinin sorumluluk yüklenmesi, çağdaş bir tutum olamaz. Bu nedenle, davanın savunulmasında en isabetli tutumun belirlenmesi için, güneyde yapıldığı gibi bizde de ulusal danışma konseyi oluşturulmalı ve mücadele yöntemlerinin belirlenmesinde uzmanlardan yararlanılması gerekir. Özellikle, ülkemizin üniversitelerdeki öğretim üyelerinden ve deneyimli hukukçularımızdan da yararlanarak, artık yeni bir yol haritası belirlenmesi isabetli olacaktır.
Anavatanın bazı yöneticilerinin, 1964 yılında BM’lerde, daha sonra gümrük birliğine girmek ve AB adaylığı karşılığında yaptıkları yanlışlar, Rumları avantajlı duruma getirmiştir. Hele, AB’nin en etkili karar mekanizmalarında tüm ülkelerin bir oya sahip olmasına karşın, muhataplarımızın iki oya (Yunanistan+ Rum yönetimi)sahip olması, Türk tarafı için küçümsenemeyecek bir dezavantajdır.
Ancak Kıbrıs çıkmazında birinci derecede ilgili olan ve sonuçlardan da en çok etkilenen taraf olarak, bizim irademiz dışında verilen kararlara boyun eğmek ve bu kararlara uymak zorunda olmadığımızı bilmemiz ve bunu herkese, her düzeyde vurgulamamız gerekir.
Davayı kaybetmemek için haklı olduğumuza önce kendimiz inanmamız ve bu uğurda mücadeleden kaçınmamamız gerekir. Şimdi yapıldığı gibi Rum-Yunan ikilisinin belirlediği kulvarda siyaset yapmaktan vazgeçilmemesi halinde, sonunda azınlık ve ozmosis seçeneği ile karşı karşıya kalacağımız açıkça görülmektedir.
Güneydeki yönetimin, Kıbrıs cumhuriyeti değil de Kıbrıs Rum Cumhuriyeti olarak kabul görmesi, mevcut koşullarda bizim için adeta cankurtaran simidi, paha biçilmez bir koz ve karşı tarafın da en zayıf olduğu noktadır. Uluslararası kuruluşlar ve dış ülkeler, güneydeki yönetimini, Kıbrıs Cumhuriyeti değil de Kıbrıs Rum yönetimi olarak adanın yasal idaresi olarak kabul etselerdi, karşı çıkmaya veya itiraz etmeye hakkımız olmayacaktı. Ancak şimdiki durumda, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin var olduğunu iddia edenler, bu anlaşmalardan kaynaklanan hakların da her iki kurucu ortak için ortadan kalkmadığını kabul etmek zorundadırlar.
Bu nedenle güneydeki yönetimin 1960’ta kurulan iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti olmadığını sadece Rumları temsil eden bir yönetim olduğunu ısrarla ortaya koymalıyız.
1963’te silah zoru ile ortak yönetimden kovulduğumuz için de, halkımızın devlet gereksiniminin karşılanması için KKTC’yi kurduğumuzu vurgulamalıyız.
Bu güne dek yaşadığımız olaylardan, herkesin haksızlığa uğradığımızı anlamak zorunda olmadığını, haklarımızın gasp edildiğini bilseler dahi, biz gerektiği şekilde talep etmediğimiz sürece, bize başkalarının hiçbir yardımda bulunmayacağını anlamamız gerekir.