Kristof Kolomb’un 1492’de Amerika’ya varması ile başlayan büyük keşifler döneminde Avrupalılar o güne kadar görmedikleri insanlarla karşılaştılar.
Bu insanlar cennet gibi yerlerde yaşıyorlardı. Giysileri değişikti, bazen çırılçıplaktılar. Dilleri farklı idi. Çoğunlukla saldırgan değildiler, hatta bazen küçük gemilerden çıkan haftalarca yıkanmamış gemicileri misafir gibi karşılıyorlardı.
Genelde kralları veya reisleri yoktu. Teknolojik olarak geri idiler: demir, barut tanımıyorlardı. Özel mülk diye bir kavrama da sahip değildiler. Ama sağlıklı ve mutlu idiler: kadın erkek eşit ve seks serbestti.
Peki insan mı hayvan mıydılar? Tıpkı insana benziyorlardı. Ama İsa’yı bilmedikleri, vaftiz olmadıkları için insan sayılabilir miydiler? Ruhları var mıydı?
Bugün bu sorular size saçma gelebilir.
Ama o zamanlar, yerlilerin ne olduğu konusu hem onlarla ilk karşılaşanlar hem onları oraya yollayan krallar ve misyonlarını takdis eden kilise için çok önemli idi.
O kadar önemli idi ki İspanya kralı 5. Charles, Amerika yerlilerinin insan mı hayvan mı olduğu bulmacasını kökünden çözmek için 1550’de bir konferans topladı. Konferans kesin bir karara varmadan dağıldı.
Konu önemli idi, çünkü insan sayılmaları hâlinde yerlilere insanca muamele etmek gerekecekti. Hayvan idi iseler onlara her türlü muamele reva görülebilirdi.
Görüldü de.
Avrupalıların keşif yolculuklarına çıkmalarının esas nedeni buldukları yerleri sömürmekti. Yerlilerin insan sayılmaması bu amaçlarını köküne kadar gerçekleştirmek için uygundur. Aksi takdirde toprakları ellerinden alınamaz, köle gibi çalıştırılamazlardı. Kadınlarının, kızlarının ırzına geçilemezdi. Keyfi bir şekilde işkenceye tâbi tutulamazlar, öldürülemezlerdi.
Yerlilerle Avrupalılar arasındaki en büyük fark, görünüşlerinde ve diğer özelliklerinde değil doğaya bakışlarında idi.
Avrupalı Hıristiyanlar için doğa ruhsuz ve şuursuz, tepki vermeyen, durağan bir varlıktı. İnsanın istifadesi için var olmak dışında bir işlevi yoktu.
Baharat ticaretinden elde edilen kâr bazen o kârı elde etmek için yapılan yatırımdan yüzde 400 fazla idi. Gerisi, baharatı sağlayan doğa ve onun tarımın yapan yerliler, fasa fiso idi. Kayda değmezdi.
Tevrat da insanı doğaya “kâhya” tayin etmiş, Tanrı insanlara “verimli olun ve çoğalın,” ve “yaşayan her canlının üzerinde … hâkimiyet kurun,” buyurmuştu.
Yerliler için ise doğadaki her şey, nehirler, göller, dağlar, kanyonlar, hayvanlar ve toprağın ruhu akraba idi. Canlı cansız doğadaki her şeyin bir anlamı, sesi, ruhu vardı.
Oglala Lakota şefi Ayakta Duran Boğa’nın sözleri: “Bizim için büyük düzlük ovalar, inişli çıkışlı güzel tepeler, kıvrım kıvrım, iç içe girmiş bitkilerin çevrelediği dereler ‘yabani’ değildi. Doğa sadece Beyaz Adam için, ‘vahşi’ hayvanlarla ve ‘yabani’ insanlarla dolu bir ‘yabanilik’ diyarı idi. Bizim için doğa uysaldı. Dünya bolluk sunuyordu ve Büyük Sırrın nimetleri ile çevriliydik.”
Kolomb sonrası Amerika, bir soykırım ve yıkım beldesidir. Bilimsel tahminlere göre beyazlar, yerli halkın yüzde doksan beşini yok etti. Onlarla beraber insanın doğa ile uyum içinde yaşama çağı kapandı ve bu günlere geldik.
2 Temmuz 2022
Metin Bey, siz iklim felaketi ile ilgili o kadar çok yazı yadınız ve uyarıda bulundunuz ki. Şu an daha haziran ayında sıcaktan kavruluyoruz ve herkes “daha haziranda böyle isek temmuz ve ağustos nasıl geçecek” diye soruyor. İşte yine bize geçmişi öğrettiğiniz yazılarınızdan biri. 15.yüzyılın sonundaki kafa ile şimdiki kafa arasında bir fark yok. Beyaz adam kendi çıkarı için sömürmeye, zulmetmeye ve doğa da içindeki tüm canlılarla onun emrindeymiş gibi davranmaya devam ediyor. İşte dünyanın hâli ortada. Çok sağ olun Metin Bey, iyi ki yazdınız, iyi ki…