Devlet karşısında aldıkları tutum bakımından insanları kabaca iki ana gruba ayırabiliriz. Birinci grupta devletin varlığının meşru olduğuna inananlar yer almaktadır. Bunların bir kısmı bunu ‘’anarşi’’den kaçınmak ‘’ihtiyacı’’na bağlarlar. Esas olarak ‘’klasik liberaller’’den oluşan bu alt grup ‘’hukuk ve düzen’’ içinde barışçı bir hayat için devletin zorunlu olduğunu düşünürler. Bunlar yine de devlete karşı kuşkucu bir yaklaşım içindedirler: Devlet ‘’zorunlu bir kötülük’’tür; onu mümkün olan asgarî büyüklükte tutmak ve katı bir şekilde sınırlamak gerekir.
Devletin meşruluğuna inananlar içinde yer alan daha büyük –‘’haddinden fazla büyük’’- olan diğer alt grup ise devletin insanca bir yaşam için gerekli olduğu görüşündedir. Başka bir ifadeyle, bunlar ahlâkî veya ilkesel nedenlerle devlete pozitif bir rol yükler, onu kendisinden bekledikleri pozitif hizmetler uğruna onaylarlar. Devletli yaşamı değerli bulan bu gruptakilerin önemli bir kısmı, ayrıca devlete özel bir sevgi ve saygı da besler, onu aziz tutarlar.
Fakat elbette herkes devletin meşru olduğu kanaatinde değildir, devletin meşruluğunu kategorik olarak reddedenler (anarşistler) de vardır. Bunlara göre, devlet bırakınız ‘’zorunlu’’ veya ‘’iyi’’ olmayı, doğası itibariyle kötüdür. Ahlâkî tercihleri ‘’devletsiz toplum’’dan yana olan anarşistler, tahmin edilebileceği gibi, genel nüfus içinde çok küçük bir azınlık teşkil ederler. Anarşistler de farklı alt gruplara ayrılırlar: ‘’kolektivist anarşizme karşı bireyci anarşizm’’ ve ‘’eylemci anarşizme karşı felsefî anarşizm’’ gibi.
Ben de şahsen devletin meşru olduğuna ikna olmamış olanlardım, ama devletlerin bizim bireysel iradelerimizden bağımsız olarak var olan, objektif bir fenomen olduğunun da farkındayım. Genel olarak insanlarda bu ‘’devlet sempatisi’’ olduğu sürece de bu durumu değiştiremeyeceğimiz açıktır. Dolayısıyla, bu ‘’gerçekçi’’ perspektif açısından benim için mesele, ‘’devlet’’ denen emrivakiyi kendim ve diğer insanlar için mümkün olan en az zararlı bir halde nasıl tutabiliriz meselesidir.
Bu sorunun cevabı pratikte klasik-liberal siyasî programla aşağı yukarı aynı kapıya çıkmaktadır: Devleti oldukça sınırlı bir alana hapsetmek ve işleyişini de katı kurallara bağlamak; bu arada, devletin bu alanı genişletmeye ve kendi işlevsel sınırlarını aşmaya yönelik her girişimine karşı çıkmak. Nitekim, ‘’sınırlı devlet’’i amaçlayan klasik-liberal programın, buna benzer şekilde, başlıca iki ayağı var: (1) devletin işlevlerini mümkün olan en asgarî düzeye indirmek ve (2) devletin işleyişini anayasacılık ve hukukun üstünlüğünün gerektirdiği katı kurumsal usul ve mekanizmalara bağlamak.
Bu şekilde devleti adetâ ‘’zincirlemek’’ istemenin arkasında, ontolojik ve ahlâkî olarak insanî varoluşun temel biriminin ‘’birey’’ (ve onun ‘’doğal haklar’’ı) olduğu temel kabulü yatmaktadır. Çünkü, devlet büyüdüğü ve keyfî davranabildiği ölçüde onun bireysel özgürlük ve haklar için ifade ettiği tehdit de büyür. Devleti sınırlama isteğinin arkasında, ayrıca, ‘’gücün veya iktidarın kötüye kullanılması’’nın insanlarda doğal bir eğilim olduğuna ilişkin tecrübeyle de doğrulanmış olan sezgisel bir bilgi de vardır. Kısaca, devlet insan özgürlüğünün önündeki en büyük tehdittir.
Gelin görün ki, bugün, hem ‘’sağ’’daki hem de ‘’sol’’daki devlet-severler şöyle paradoksal bir tutum içindedirler: Onlar bir yandan devletin her anlamda büyümesini istiyorlar, ama öte yandan devletin kendi özgürlük alanlarına ve haklarına tecavüz etmesinden de yakınıyorlar. Devlet-severler, heyhat, bu iki olgu arasında neredeyse doğru bir orantı olduğunu göremiyorlar! Onlar ne devletin doğasında kötücül bir potansiyel olduğunu, ne de iktidarın tefessüh ettirici (bozucu) etkisinin kaçınılmaz olduğunu kabul ediyorlar. Sağcılar da solcular da, devleti ‘’iyi’’ insanlar yönetirse iktidarın kötüye kullanılması diye bir şeyin söz konusu olmayacağına inanıyorlar. Tabiî, ‘’iyi insanlar’’ da genellikle ‘’bizden olanlar’’ anlamına geliyor.
Devlet-severlerin göremedikleri başka bir çelişki de şu: Onlar hem devletin faaliyet alanının genişlemesini ve toplumun daha fazla kaynağını kontrol etmesini istiyorlar; hem de siyasetin yolsuzluğun, kayırmacılığın ve taraftarlarını kamu rantlarıyla beslemenin aracı haline gelmesinden yakınıyorlar. Göremiyorlar –veya görmek istemiyorlar- ki, devlet ne kadar çok kaynağa hükmederse, siyasî iktidarların taraftarlarına ve destekçilerine dağıtabilecekleri rantlar da o ölçüde artar. Bu durum siyasî rekabeti de kızıştırır, onu adeta partiler arası bir savaşa çevirir. Üstelik, burada bozulan sadece kamu ahlâkı değildir, bundan sivil ahlâk da olumsuz etkilenir. Tabiatıyla, böyle bir sistemde ‘’temiz siyaset’’ filân da olmaz.
Sözün özü, devleti sınırlamak ahlâkî bir zorunluluktur.