‘’Ekonomik göstergelerin kötüleşmekte olması küçük bir azınlık dışında herkesin hayatını zorlaştıran başka bir etken. Ekonomi durgun; üretim artmıyor, refah geriliyor. İnşaat sektörü dışında bir canlılık gözlenmiyor ekonomide, ki o da doyum noktasına gelmiş sayılır. Enflasyon yeniden çift rakamlı sayılara yükseldi, işsizlik had safhada. Ücretlilerin üstündeki vergi yükü giderek büyüyor. Popülist kamu yatırımlarının artık karşılıksız para basılması yoluyla finanse edileceğinden söz ediliyor. Bütçe açığı ekonominin kaldırabileceği sınırı aşmış durumda, kamu maliyesi batmanın eşiğinde.’’ (‘’Yeniden Normalleşme: Zor Ama İmkânsız Değil’’, Ortak Söz, 7 Mayıs 2017)
Bu satırları dört buçuk yıl önce Türkiye’nin yeniden normalleşmesinin zorluğuna ekonominin durumundan delil getirme sadedinde yazmıştım. Aynı yazıda o tarih itibariyle iyice belirginleşmeye başlamış olan gerileme sürecinin diğer boyutlarını da ele almıştım. Yargı bağımsızlığının ve adil yargılamanın ortadan kalkması, sivil özgürlüklerin tahribi, güvenlik devleti anlayışına geri dönüş, devletin partilileşmesi, kamu idaresinde yozlaşmayla birlikte ehliyet ve liyakatin yerini sadakatin alması, toplumsal kutuplaşmanın artması ve iç barışın zedelenmesi vd…
Ekonominin durumu o zamandan buyana daha da kötüye gitti, ülke artık iflâs haline maalesef. Belki devlet rantlarından tekelci bir şekilde yararlandırılan dar bir çevre dışında, ekonomik çöküşten etkilenmeyen hiçbir grup kalmadı. Siyasî iktidarın ısrarla ve inatla izlemeye devam ettiği yanlış politikalar yüzünden enflasyon daha da arttı; özellikle doların TL karşısındaki olağanüstü yükselişi pek çok mal ve hizmeti daha da pahalı hale getirdi. Neredeyse her gün temel ihtiyaç maddelerine ve hizmetlere zam üstüne zam yapılıyor. Genel olarak dar gelirliler, bu arada ücret ve maaşla geçinmek zorunda olanlar için hayat gerçekten çekilmez hale geldi.
Kısaca, Türkiye her bakımdan derin bir krize saplanmış durumda. İşin kötüsü, siyasetteki belirsizlik geleceğe dönük olarak da yaygın bir ümitsizliği besliyor. İktidarın resmî ayağı ve birincil unsuru olan AKP ve Reisi’nin krizden çıkma yönünde bir irade ve niyeti yok. Esasen, böyle bir niyeti olsa bile bunu başarabilecek kadroya ve bilgi donanımına sahip değil. Zaten ülkeyi çok yönlü bir krize sürükleyen de iktidarın bu ehliyetsizliği ve yanlışlarda ısrar etmesi.
Buna karşılık, bir süredir muhalefet cenahında pek çok kişinin umut ışığı olarak gördüğü dikkate değer bir kıpırdanma gözleniyor. Nitekim kamuoyu yoklamaları, hem AKP’nin hem de –iktidarın gayrı resmî ortağı- MHP’nin gerilemesine karşılık, ‘’Millet ittifakı’’nın seçmen desteğinin gitgide arttığını gösteriyor. Ayrıca, İttifak partilerinin ana gövdesini oluşturduğu muhalefetteki altı siyasî parti rejimin yeniden yapılandırılmasına dönük öneriler demeti üstünde görünüşe göre uyumlu bir şekilde çalışmaya devam ediyorlar.
Bu arada, Ana Muhalefet Partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu iktidarı devralmaya hazır olduğu izlenimi veren çıkışlar yapıyor; bir yandan bürokrasiyi hükûmetin hukuksuzluklarına ortak olmamaları konusunda uyarırken, öbür yandan iktidardaymış gibi çeşitli kesimlere ‘’helâlleşme’’ çağrıları yapıyor. Buna karşılık, ortalama vatandaş için en can yakıcı sorun olan gitgide artan genel yoksullaşmayla ve diğer iktisadî sorunlarla ilgili olarak, gerek Kılıçdaroğlu’nun kendisi ve partisi gerekse ‘’Millet İttifakı’’nın diğer bileşenleri- uzmanlık bilgisi gerektirmeyen harcıâlem açıklamalar dışında- dişe dokunur pek bir şey söylemiyorlar! Muhalefette bu konuda daha donanımlı ve kararlı olduğu izlenimi veren bir tek Ali Babacan var ama onun da partisi Millet İttifakı’na dahil olmadığı gibi kendi başına parlamentoya girebileceği de şüpheli.
Kısaca, krizden çıkış perspektifi açısından bakıldığında, bu manzaradan bir ümit ışığı çıkarmak zor görünüyor.
Fakat öte yandan kafa karıştıran iki önemli gelişmeyi de gözden kaçırmamak gerekiyor. Birincisi, iktidarın gayrı resmî ortağı MHP’nin bir süredir verdiği mesajlar kendisinin mevcut krizin sorumluluğundan kaçma arayışı içinde olduğunu düşündürüyor. Malum, bir parti yetkilisi geçenlerde ‘’biz hükûmetin ortağı değiliz’’ mealinde bir açıklama yaptı. Ayrıca, hükûmet sisteminin revizyonu konusunda da MHP AKP ile aynı kulvarda yürümüyor. Başta cumhurbaşkanının seçilmesi için gereken oy oranı olmak üzere, MHP’nin bu konudaki önerilerinin AKP’ninkinden tamamen farklı olduğu açıklandı.
Kısaca, MHP AKP’den uzaklaşıyor, ama nereye, kimin veya kimlerin yanına gitmekte olduğu şimdilik meçhul.
Öte yandan, Kılıçdaroğlu’nun yukarıda işaret ettiğim çıkışları da devlet içinde AKP’ye karşı yeni bir saflaşmanın şekillenmekte olduğunu düşündürüyor. Kılıçdaroğlu’nun adeta devlet adına ‘’helâlleşme’’ vaadinde bulunması ve bürokrasiyi AKP ile arasına mesafe koymaya çağırması, üstelik bunların her ikisini de kendinden emin bir şekilde ve gür bir sesle yapması insana devlet içindeki güç dengelerinin AKP aleyhine olacak şekilde değişmekte olduğunu düşündürüyor. Tuhaf bir şekilde, AKP’yi yalnızlaştırmak için CHP ile MHP sanki işbirliği yapıyor.
Bu durumda, eğer yanılmıyorsam, bugün olduğu gibi AKP sonrası Türkiye’nin de asıl aktörü muhtemelen siyasî partiler değil ‘’Devlet’’ olacaktır.
Yani, ‘’özgürleşme ve demokratikleşme’’ umutlarımız bu sefer de başka bahara kalacak gibi görünüyor.