Anayasa Mahkemesi öğrenci olan çocuğunun ‘’din kültürü ve ahlâk bilgisi’’ dersinden muaf tutulması talebi reddedilen bir yurttaşın yaptığı başvuruyu kabul ederek bu uygulamanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) ihlâl ettiğine ilişkin 7 Nisan tarihli kararının gerekçesini nihayet açıkladı.
Bilindiği gibi, 1982 Anayasası (m. 24/4) ‘’din kültürü ve ahlâk öğretimi’nin ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer almasını öngörmüştür. Aynı maddeye göre, ‘’(b)unun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.’’
Alevi yurttaşlar ‘’din kültürü ve ahlâk bilgisi’’ adı altında müfredatta yer alan bu zorunlu dersin müfredatının tarafsız olmayıp, kendi inançlarına da aykırı olarak Sünnî İslâm üzerinde odaklaşan uygulamalı bir ‘’din eğitimi’’ (‘’öğretimi’’ değil) olduğundan baştan beri şikâyet edegelmişlerdir.
Oysa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1 Nolu Ek Protokol’ünün eğitim hakkıyla ilgili 2. maddesine göre, Avrupa Konseyi üyesi her devlet “eğitim ve öğretime ilişkin üstlendiği görevleri yerine getirirken bu eğitimin ebeveynin kendi dinî ve felsefi inançlarına uygunluğunu sağlama haklarına saygı’’ göstermekle yükümlüdür. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de yapılan kimi başvurular üzerine, hem din kültürü ve ahlâk bilgisi derslerinin ‘’objektif, eleştirel ve çoğulcu’’ olmaması, hem de bu derslerden ‘’uygun’’ bir muafiyet usulünün sağlanmış olmaması nedeniyle Alevi ebeveynlerin söz konusu Protokol tarafından tanınan haklarının ihlâl edildiğine karar vermişti.
Strasbourg Mahkemesi’nin bu konuyla ilgili 9 Ekim 2007 tarihli Zengin kararında ifade ettiği gibi, Türkiye’de Sünni İslâmdan başka bir dinî veya felsefî inanca sahip olan ebeveynlerin çocukları için öngörülen ve (Sözleşme’ye ve T.C. Anayasasına aykırı olarak) talepte bulunanı dinî inanç veya kanaatini açıklamaya zorlayan mevcut muafiyet usulü ilgili kişileri ağır bir manevî yük altına sokmaktadır. Bu ayrıca, hâkim dinî inanç ve yorumdan farklı bir inanç mensubu olan ailelerin çocuklarında okulda öğrendikleri ile kendi aile değerleri arasında bir bağlılık çatışması doğması ihtimalini engelleyememesi bakımından da uygun bir yöntem değildir.
Ne var ki, bu karardan sonra Türkiye bu dersin müfredatında kimi yüzeysel değişiklikler yapmakla yetinmiş, fakat AİHM kararlarının gereğini tam olarak yerine getirmekten ısrarla kaçınmıştır. Türkiye’nin tutumunda AİHM’nin 2014 yılında verdiği Mansur Yalçın ve diğerleri kararından sonra da esaslı bir değişiklik olmamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin son ( 7 Nisan tarihli) kararına yol açmış olan 2014 tarihli bireysel başvuru da bu durumu teyit eden yeni birörnektir.
Bu bakımdan, Anayasa Mahkememizin işaret ettiğim son kararı ümit vericidir. Bu karar Hüseyin El ve Nazlı Şirin El tarafından yapılan bireysel başvuru üzerine verilmiştir. Anayasa Mahkemesi’ne göre, başvurucunun çocuğunun öğrenci olduğu dönemde ilk ve ortaöğretimde uygulanan zorunlu ‘’din kültürü ve ahlâk bilgisi’’ dersi müfredatı İslâm’ın çoğunluk tarafından anlaşılan ve uygulanan yorumu üzerinde odaklandığı, sadece onun ibadetlerinin öğretildiği ve öğretimi aşarak eğitim hüviyetini kazandığı için, Anayasa’nın 24. maddesinde kişilerin kendi isteğine, küçüklerin ise kanunî temsilcilerinin iznine bağlı olarak okutulması gereken ‘’din eğitim ve öğretimi’’ niteliğini kazanmıştır. ‘’Bu durumda ebeveynlerin eğitim ve öğretimde dini ve felsefi inançlarına saygı gösterilmesini isteme hakkının ihlal edilmemesi için, din eğitimi ve öğretimi niteliğindeki bu dersi çocuklarına aldırmak istemeyen ebeveynler bakımından muafiyet, dinî eğitim ve öğretime alternatif ders imkânı ya da anılan derse kaydolma veya olmama imkânı sağlamak gibi alternatiflere yer verilmesi gerekmektedir.’’ Oysa Türkiye’de -Hristiyan ve Musevi yurttaşlara tanınan muafiyet imkânı dışında- mevcut şekliyle dinler hakkında çoğulcu, tarafsız ve tanıtıcı bilgiler vermenin ötesine geçmesi bakımından ‘’din kültürü’’ değil ‘’din eğitim ve öğretimi’’ niteliği kazanmış olan ‘’din kültürü ve ahlâk bilgisi’’ dersinden muafiyet imkânı ya da ebeveynlerin bu dersi çocuklarına aldırmama yönündeki isteklerine yer verecek bir alternatif bulunmamaktadır. Böylece kendisi için uygun alternatifler sunulmadığından, başvurucunun ebeveynlerin eğitim ve öğretimde dinî ve felsefî inançlarına saygı gösterilmesini isteme hakkı ihlal edilmiştir. (181-184 ve 186. paragraflar)
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, başta Aleviler olmak üzere, Sünnî Müslüman olmayan yurttaşların temel bir hakkını teslim eden –ve böylece önemli bir toplumsal gerilimin barışçı bir biçimde hallini kolaylaştıracak olan- sonucu bakımından sevindirici olmakla beraber; başka bazı bakımlardan kaygı vericidir. İlk olarak, kararın kıl payı, yani 8’e 7 oyçokluğuyla alındığı dikkati çekmektedir. Ben kararı baştan sona okudum ve eğer edindiğim izlenim doğruysa, kararın dayandığı argümanların formülasyonu adeta muhtemel muhaliflerin çoğunluğa katılmasını kolaylaştırma sâikiyle tasarlanmış gibidir. Başka bir deyişle, karar kaleme alınırken biraz daha ‘’dikkatsiz’’ davranılsa çoğunlukla azınlığın yer değiştireceği ihtimalinden korkulmuş gibidir.
Fakat bu çabanın bazı kafa karıştırıcı bazı maliyetleri de olmuş görünmektedir. Bunların başında kararda lâikliğin kısmen muhafazakâr bir yorumuna pozitif özgürlükçü bir hak anlayışının eklenmiş olması gelmektedir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’ne göre, laik devlet ‘’dinler karşısında tarafsız olmakla birlikte toplumun dinî ihtiyaçlarının karşılanması konusunda kayıtsız değildir. Laiklik ilkesi doğup geliştiği Batı'da […] dinî ihtiyaçların karşılanmasına yönelik devlet politikalarını beraberinde getirmiştir.’’ (paragraf 157). Mahkemeye göre: ‘’Anayasa, dinî hizmetleri toplumsal bir ihtiyaç olarak görmekte ve devlete bu ihtiyaçların karşılanması yönünde yükümlülükler yüklemektedir.’’ (parag. 161)
Yani, Mahkeme, lâiklik ilkesine devlete yönelik bir tarafsızlık buyruğu olmanın ötesinde, toplumun ‘’dinî ihtiyaçları’’nı karşılayacak politikalar geliştirme ödevi yükleyen bir anlam vermektedir. Ayrıca, Mahkeme’nin Anayasanın Diyanet İşleri Başkanlığı’yla (DİB) ilgili olarak atıfta bulunduğu sınırlı ‘’dinî hizmetler’’in yerine getirilmesi ile toplumun genel olarak dinî ihtiyaçlarının karşılanması arasında bir ayrım yapmadığı da dikkat çekmektedir.
İlginç bir şekilde Mahkeme laikliğe biçtiği muhafazakâr-pozitif rolü Anayasanın 5. maddesinde tanımlanan –ve laiklikle tamamen ilgisiz olan- ‘’Devletin amaç ve görevleri’’nden destek üretmektedir (parag. 155). Daha da ilginci, devletin ‘’kişilerin inandıkları gibi yaşayabileceği uygun bir ortamı ve bunun için gerekli imkânları sağlaması ödevi’’nin laikliğin ‘’pozitif’’ bir gereği olarak takdim edilmesidir (parag. 154).
DİB’in muhtevası Anayasada tasrih edilmemiş olan ve sadece Başkanlığın kuruluş Kanununda (m. 1) ‘’İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek’’ şeklinde sınırlı olarak tanımlanan görevinden, ‘’toplumun dinî ihtiyaçlarını karşılama’’ genel ödevine atlayan bir anayasal yorum kanaatimce anlaşılabilir olmamasının yanında, özellikle Mahkeme’nin devlete yüklediği ‘’kişilerin inandıkları gibi’’ yaşamaları için ‘’gerekli imkânları sağlama ödevi’’yle birlikte düşünüldüğünde, gelecekte ciddî sorunlar yaratmaya elverişli bir özensizlik örneği olarak ta görünmektedir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Türkiye’deki vicdan ve din özgürlüğü ve laiklikle ilgili bütün bu sorunların kaynağı, Diyanet İşleri Başkanlığının bir devlet kurumu olması, eğitimdeki ‘’Tevhid-i Tedrisat’’ sistemi ve nihayet-1982 Anayasasının öngördüğü zorunlu ‘’din kültürü ve ahlâk öğretimi’’ başta olmak üzere- devlete din eğitim ve öğretimi görevinin verilmiş olmasıdır.
Sadece din devletten değil, devlet te dinden tamamen elini çekmedikçe Türkiye’nin bu özgürlük sorunları var olmaya devam edecektir.