Prof.Dr.Mete Feridun
Eski Bank of England uzmanı; DAÜ Bankacılık ve Finans Bölümü öğretim üyesi
Covid-19 salgının etkilerinin bütün dünyada yoğun bir şekilde hissedilmekte olduğu bu dönemde bankacılık sektörüne ilişkin olarak her ülkede bir takım tedbirler alınmaktadır.
Olağanüstü koşullarda alınan bu tedbirler doğal olarak olağanüstü uygulamalar içerebilmektedir. Nitekim, bu süreçte ülkemizde de dünyada pek örneği görülmemiş olan ve tartışmaya açık bir karar alınmış olması dikkat çekmektedir.
Bilindiği gibi, kısa bir süre önce 37/2020 sayılı Kredi Faiz Destek Fonu Hakkında Yasa Gücünde Kararname çerçevesinde reel sektöre kullandırılan kredilerde sektöre faiz desteği sağlamak amacıyla bir fon oluşturulmuştur.
Bu fon Türk Lirası kredilerine uygulanan faiz oranının 3 puanlık kısmını, döviz kredilerinde ise 1 puanlık kısmını karşılamayı amaçlamaktadır. Nitekim bu Kararname kapsamında reel sektöre sağlanan yardım sadece kredi faizlerine ilişkin oldukça kısıtlı ölçüde bir faiz desteğidir.
Bu kararın dünyada örneği görülmemiş yönü ise, bu fonun niteliği veya kapsamı ile ilgili değil, fonun nasıl finanse edilecek olması ile ilgilidir.
Şöyle ki, bu fon, prensip olarak bankalara emanet edilmiş olan birikimleri güvence altına almayı amaçlayan 32/2009 sayılı Tasarruf Mevduatı Sigortası ve Finansal İstikrar Fonu Yasası uyarınca oluşturulmuş olan mevduat sigortası fonuna bankalar tarafından yatırılması gereken sigorta primleri ile fonlanacaktır.
Kararname kapsamında “gerekmesi durumunda” fona devlet bütçesinden de belirli bir miktarda (azami %50) katkı sağlanabileceği açıklansa da, öncelikli fonlama kaynağının bankaların mevduat sigortası primleri olacağı görülmektedir.
Bu durum, uluslararası bankacılık düzenlemeleri ve prensipleri ile örtüşmemektedir.
Bu saptamamın gerekçesini izah etmeden önce, söz konusu Kararname’nin hangi varsayıma dayandığını inceleyerek, bu durumun mevcut bankacılık düzenlemelerimiz dahilinde hatalı olmadığını, ve bu karara imza atan yetkililerin aslında ülkemizdeki mevcut mevzuatlar çerçevesinde hareket etmiş olduklarına açıklık getirmek istiyorum.
Kısacası, bu yazının amacı alınan kararı eleştirmek veya pratikte faydalı olup olmayacağını incelemek değil, ülkemizdeki bankacılık düzenlemelerine ilişkin olarak gözden geçirilmesi gereken oldukça önemli bir noktaya dikkat çekmektir
37/2020 sayılı Kararname okunduğu zaman öyle anlaşılıyor ki bu kararın alınmasının ardındaki temel argüman şudur; işletmelerin keşide etmiş oldukları çeklerin karşılığını ödememeleri ve çalışanlarının maaş ödemelerini gerçekleştirmemeleri, finansal istikrarı tehdit edebileceğinden dolayı, aslında mevduatları sigortalaması gereken fona bankalar tarafından yatırılması gereken primler, zor durumda olan işletmeleri desteklemek için kullanılacaktır.
Bu, yoruma açık bir konu olup, alınan kararın doğruluğu büyük ölçüde finansal istikrardan ne anlaşıldığına bağlıdır. İşletmelerin çek ve maaş yükümlülüklerini gerçekleştirememesi mi, yoksa bankaların riskli kredi kullandırtmaları mı finansal istikrarı daha çok tehdit edecek risklerdir?
Kuşkusuz ki, her iki durumda da finansal istikrar için tehdit oluşturabilecek unsurlar mevcuttur.
Bu yüzden, kabul etmek gerekir ki bu iki risk arasında bir seçim yapmak o kadar da kolay değildir. Kısa vadede ekonominin çarklarının dönmesini sağlamak elbette ki öncelik olmalıdır. Sonuç itibarıyle, alınan kararın pratikte ne kadar işe yarayıp yaramayacağı tartışmaya açık bir konu olmakla birlikte, kararın altındaki temel prensip mevcut mevzuatlar çerçevesinde kabul edilebilir ve anlaşılabilirdir.
Dolayısıyla, bu noktaya kadar herhangi bir sorun yoktur. Ancak, alınan kararın ülkemizdeki mevcut yasalar ve düzenlemeler çerçevesinde kabul edilebilir olması, söz konusu uygulamanın uluslararası bankacılık düzenlemeleri ve prensipleri ile örtüştüğü anlamına gelmemektedir. Nitekim sorun da bu noktada başlamaktadır.
Bu karar aslında, bize bankacılık sistemimize ilişkin olarak düzeltilmesi gereken çok büyük bir yapısal sorunu işaret etmektedir.
Her ne kadar da bu sorun bizim ülkemiz koşullarında basit bir ayrıntı olarak görünse de, bu küresel bankacılık düzenlemeleri ve prensipleri açısından kabul edilmesi mümkün olmayan bir uygulamadır.
Biraz daha açık konuşmak gerekirse, dünyada tasarruf mevduatı sigortasının tek amacı bankalara emanet edilmiş olan birikimlerin sigortalanması, yani tasarruf mevduatlarının (en azından bir kısmının) güvence altına alınmasıdır.
Kısacası, bu fon bizim bankadaki paramızın sigortasıdır ve herhangi bir başka amaçla kullanılması kabul edilebilir bir durum değildir.
Oysa ki, 32/2009 sayılı Tasarruf Mevduatı Sigortası ve Finansal İstikrar Fonu Yasası incelendiği zaman, ülkemizde bu fonun kapsamının ve amacının “finansal istikrar” gibi çok geniş şekilde tanımlanabilecek bir kavram dahil edilmek suretiyle sulandırılmış olduğu görülmektedir.
Finansal istikrar elbette ki sağlıklı bir ekonominin en temel şartıdır. Ancak, finansal istikrarın sağlanması ile mevduatların korunması günümüzde birbirinden farklı ele alınması ve yönetilmesi gereken konular olarak kabul edilmektedir.
Bu durum özellikle 2007-2009 küresel finans krizinin ardından büyük önem kazanmış ve dünyada bir takım yeni prensipler gündeme gelmiştir.
Özetlemek gerekirse, finansal istikrarın sağlanması bütün dünyada merkez bankalarının en temel sorumluluklarından biridir. Banka mevduatlarının sigortalanması ise, merkez bankasından dahi bağımsız gerçekleştirilmesi gereken bir önceliktir.
Bu yüzden, ülkemizde bu iki sorumluluğun iç içe geçmiş olması ve aynı çatı altında yürütülmeye çalışılması, küresel bankacılık düzenlemeleri ve prensipleri ile örtüşmemektedir.
Nitekim, ülkemizdeki çağın gerisinde kalmış olan bu uygulama nedeniyle, bizim bankadaki paramızı sigortalaması gereken primler, reel sektöre kredi desteği sağlamak için kullanılabilmekte, dahası bu finansal istikarın korunması gerekçesiyle yapılabilmektedir.
Bu durumun uluslararası bankacılık düzenlemeleri ve prensipleri çerçevesinde kabul edilemez bir durum olması yoruma açık bir konu değildir.
Örnek vermek gerekirse, Birleşik Krallıkta mevduat sigortasından sorumlu kurum (Financial Services Compensation Scheme – FSCS) tamamen bağımsız bir yapıya sahip olup, bankacılık sektöründen toplanılan sigorta primlerinin sadece mevduatların korunması amacıyla kullanılmasını sağlamakla yükümlüdür.
Kısaca özetlemek gerekirse, Birleşik Krallıkta FSCS, banka mevduatlarının sigortası olan fonu gerek siyasilerden, gerek merkez bankasından, gerekse de banka yöneticilerinden korumaktadır. Çünkü bu sigorta fonunda tutulan para, vatandaşların bankalara emanet etmiş oldukları birikimlerinin tek güvencesidir.
Dolayısıyla bu fona yatırılması gereken primlerin herhangi başka bir amaç için kullanılması düşünülemez. Bu nedenle fonun idaresi, konusunda uzman ve tamamen bağımsız bir yönetime emanet edilmiştir.
Finansal istikrarın sağlanması ise benim de daha önce görev almış olduğum Bank of England (Birleşik Krallık Merkez Bankası) bünyesindeki Finansal İstikrar Kurulu’nun (Financial Stability Board - FSB) görevi olup, tamamen ayrı bir yetki ve sorumluluk konusudur.
Bank of England’ın, mevduat sigortası fonu ile ilgili kararlara herhangi bir şekilde müdahale etmesi düşünülemez. Nitekim, bizzat kendi tecrübelerimle yaşayarak gözlemlediğim gibi, düzenleyici kurumların FSCS ile temasları eşit seviyede kurumlar düzeyinde gerçekleşmekte olup, FSCS’in bağımsız bir kurum olarak itibarının korunmasının önemi tüm bankacılık sektörü tarafından kabul edilmektedir.
FSCS tamamen bağımsız bir kurum olmak durumunda olduğu için hükümetin dahi herhangi bir şekilde bu fonun kullanımı ile ilgili kararlara müdahale etmesi akla dahi getirilemez. Çünkü, bütün dünyada olduğu gibi Birleşik Krallık’ta da mevduat sigortası fonlarının tek amacı, bankacıların ve politikacıların alabileceği riskli ve hatalı kararlardan tasarruf sahiplerini korumaktır.
Birleşik Krallık’tan vermiş olduğum bu örnek bir istisna değildir.
Bu konuda küresel prensipleri belirleyen ilgili kurumlar, mevduat sigortası fonlarının yönetimi açısından uyulması gereken standartları uzun yıllar önce ortaya açık bir şekilde koymuştur.
Bizim de aşağıda kısaca özetleyecek olduğum bu uluslararası standartlar çerçevesinde hareket etmemiz son derece büyük önem arzetmektedir.
Küresel bankacılık düzenlemelerini belirleyen Basel Komitesi’nin (Basel Committee on Banking Supervision - BCBS) ve Uluslararası Mevduat Sigortaları Birliği’nin (International Association of Deposit Insurers – IADI) ortak olarak belirlemiş olduğu bir takım prensipler vardır.
“Mevduat Sigortası Sistemlerinin Temel Çalışma Prensipleri” (“Core Principles for Effective Deposit İnsurance Systems”) adı verilen ve dünya bankacılık çevrelerinde kısaca “Temel Prensipler” (Core Principles) olarak bilinen bu standartlar, mevduat sigortası fonlarının yönetimine ilişkin olarak özetle şöyle demektedir:
“Mevduat sigortaları sistemlerinin yönetiminde bağımsızlıklarını zaafiyete uğratabilecek hükümet yetkilisi, merkez bankası yetkilisi veya bankacılık sektöründen kişilerin olması kabul edilemez”
(“...no government, central bank, supervisory or industry interference that compromises the operational independence of the deposit insurer...” – bkz. Core Principle 3, Essential Criterion 1)
Oysa ki, ülkemizdeki 32/2009 sayılı Tasarruf Mevduatı Sigortası ve Finansal İstikrar Fonu Yasası’na bakıldığı zaman tam da bu prensibin tersi bir durum görülmektedir:
Ülkemizdeki Mevduat sigortası fonunun Merkez Bankası bünyesinde oluşturulmuş olması yetmezmiş gibi, yönetim kurulunda sadece Merkez Bankası yöneticileri değil, hem hükümetten hem de Bankalar Birliğinden üyeler bulunmakta ve karar alma süreçlerinde aktif rol oynamaktadır.
Özetle, mevduat sigortası, prensip olarak Merkez Bankasından bile bağımsız olması gerekirken, ülkemizde bankalardan ve siyasilerden dahi bağımsız yönetilmemektedir.
Oysa ki, yukarıda da vurgulamaya çalışmış olduğum gibi, fonun temel amacı bankalara emanet edilmiş olan tasarrufları banka yöneticileri veya siyasilerin alabileceiği riskli kararlardan korumak olmalıdır.
İşin bir diğer enteresan yanı ise şudur; yukarıda bahsetmiş olduğum uluslararası nitelikteki temel prensiplerin ilk versiyonunun 18 Haziran 2009 yılında yayımlanmış olduğu görülürken, ülkemizdeki 32/2009 sayılı Tasarruf Mevduatı Sigortası ve Finansal İstikrar Fonu Yasası’nın ise 12 Mart 2009 tarihinde açıklanmış olması dikkat çekmektedir.
Yani, öyle anlaşılıyor ki, yaklaşık 11 yıl önce mevduat sigortacılığı ile ilgili düzenlemeleri gerçekleştirirken, uluslararası standartları yakalama fırsatını yaklaşık üç aylık bir farkla kaçırmışız.
Sonuç olarak, ülkemizde COVID-19 krizi nedeniyle alınan tedbirler kapsamında aslında tasarruf mevduatlarını korumak için kullanılması gereken sigorta primplerinin riskli reel sektör kredilerini kısmen de olsa fonlamak için kullanılacak olması, mevcut düzenlemelerin olanak sağlamış olduğu bir durum olsa da, bu bizim mevcut uygulamamızın dünya standartlarının gerisinde olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
COVID-19 kriziyle birlikte gündeme gelmiş olan bu hatalı uygulama, bize dünya standartlarını yakalamak için bir fırsat sunmuştur.
Günün sonunda, söz konusu olan hepimizin mevduatlarının güvence altında olmasıdır. Bu yüzden gerekli düzenlemelerin ivedilikle gerçekleştirilmesi hepimizin yararında olacaktır.