Siyasî partiler esas olarak temsilî rejimin uygulanma araçlarıdır. Partiler 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında iktidarı ele geçirme arayışı içindeki rakip olan gruplar veya hizipler olarak ortaya çıkmışlarsa da, zamanla siyasî sistem içinde artan rollerine paralel olarak sürekli faaliyet gösteren disiplinli örgütlere dönüşmüşlerdir. Yirminci yüzyılın başlarından itibaren siyasî partilerin demokratik rejim için önemi fark edilmiş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise demokratik siyasetin ‘’vazgeçilmez unsurları’’ olarak görülmeye başlamışlardır.
Ancak demokratik rejim için vazgeçilmez sayılmaları, siyasî partileri otomatik olarak demokratik örgütler yapmamaktadır. Tam aksine, ‘’oligarşinin tunç kanunu’’nun Robert Michels tarafından ‘’keşfedilmesi’’nden (1911) beri, demokrasi açısından vazgeçilmez oldukları kabul edilen siyasî partilerin yapıları ve işleyişleri bakımından pek de demokratik kuruluşlar olmadıkları bilinmektedir. Türkiye’deki siyasî partiler için bu daha da kesin olarak böyledir.
Ama Türkiye söz konusu olduğunda siyasî partilerle ilgili sorun onların oligarşik yapılar olmalarından ibaret değildir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) bu bakımdan ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Bugün gelmiş olduğu durum itibariyle AKP aslında oligarşik bile değil, tek bir kişinin mutlak iktidarı anlamında ‘’monarşik’’ bir yapı özelliği göstermektedir. Yani, bu partide iktidarı elinde tutan bir ‘’parti seçkinleri’’ grubu yoktur; iktidar doğrudan doğruya tek bir kişinin, Reis’in elindedir. Resmî-şeklî yöneticileri ile ‘’bakanlar’’ı partinin kolektif iradesinin değil, doğrudan doğruya tek başına ‘’Reis’’in iradesinin ürünüdürler. Bunların hepsinin kaderi –yükselişleri de düşüşleri de- Reisin elindedir. Gerek parti görevlerine gerekse devlet makamlarına getirilmenin dayanağı da liyakat ve ehliyetten çok sadakattir, Reis’e sadakat.
Tabiatıyla böyle bir parti ancak hiyerarşik bir yapı olabilirdi. Ancak, bu konuda mesele AKP’nin hiyerarşik olarak örgütlenmiş olması değildir, çünkü bütün partiler –genelde bütün örgütler- zorunlu olarak hiyerarşik yapılardır. Oysa AKP’nin hiyerarşik özelliğinin asıl kaynağı onun cemaatçi yapısıdır.
Sosyolojik olarak ‘’cemaat’’ (community) ortak varoluşun bireysel var oluşların önüne geçtiği, kimi örneklerde hatta bireylerin ortak varoluşa feda edildiği entegrist bir toplumsal formasyondur. Cemaatçi yapılarda insanlar ortak inanç ve değerler ile bunları temsil ettiğine inanılan lider etrafında bütünleşmişlerdir. Cemaatçi yapılarda üyelik değil aidiyet esastır. Cemaat içinde bireyselliğe ve farklılaşmaya yer yoktur; orada ‘’ben’’in yerini ‘’biz’’, farklılığın yerini benzerlik ve aynılık alır.
Cemaatçi yapı zaten lidere şeklî-resmî hiyerarşinin ima ettiğinin çok ötesinde bir güç vermektedir. AKP örneğinde liderin (Reisin) gücünü artıran başka bir etken, liderin gerek kendisinin gerekse partililerin onu dinî inançla temellendirilen kutsal bir makamın sahibi olarak görmeleridir. Bunun doğal bir sonucu lidere sadakatin sadece bir parti meselesi –dünyevî bir mesele- olarak değil de aynı zamanda üyelerin dinî inancının sahihliğinin bir kanıtı olarak görülmesidir.
Öte yandan, devletin Partiyle –pratikte Reis’le- özdeşleşmiş olması da bu tür bir sadakat ilişkisinin dünyevî ödüllerle desteklenmesini kolaylaştırmaktadır. Devlet rantlarının Reis tarafından bu şekilde ‘’sâdıklar’’ı ödüllendirmek üzere kullanılması ise bu düzenin istikrarını garanti etmektedir. Bunun, demokrasinin gerçekleşme aracı sayılan siyasî partilerin birçok durumda devlet rantlarını yağmalama araçları olmasının ötesine geçen bir anlamı olduğu herhalde anlaşılabilir.
AKP’nin devlet rantlarını kendi taraftarlarını ödüllendirme amacıyla kullanması, demokratik bir rejimde siyasî partilerin farklı toplumsal kesimlerin çıkarlarını bağdaştırmaya çalışma işleviyle tanımlanmalarına da ters düşmektedir. Çünkü bugünkü AKP’nin toplumun farklı kesimlerinin ‘’çıkarlarını bağdaştırma’’ya çalışmak diye bir derdi yoktur. Bugün AKP siyasal alanda farklı çıkar ve görüşleri temsil eden bir parti değildir. Tam aksine, o toplum karşısındaki tutumu bakımından uzlaştırıcı değil, ‘’dost-düşman’’ ayrımı temelinde bir kutuplaştırıcı siyaset izlemektedir. Bu da onun, cemaatçi bir kıskançlıkla, devletin ‘’nimet havuzu’’ndan sadece kendi taraftarlarını yararlandırmasını kolaylaştırmaktadır.
Bugün Türkiye’de devletin kendisinin bile neredeyse cemaatleşmiş olması onun hâlihazırda cemaatçi yapıdaki bir parti (AKP) tarafından yönetilmesiyle yakından bağlantılıdır. Gerçi, modernliğin şartlarında devlet söz konusu olduğunda cemaatçilik esas olarak ulus-devlet ideolojisinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ama AKP’nin devlete dayattığı cemaatçilik, milliyetçiliğin etnik-kültürel bakımdan homojen ve fertlerinin kendisine feda edilmesini sözde haklılaştıran genişlemiş bir cemaat olarak ‘’millet’’ kavrayışından farklı olarak, esas itibariyle kendi cemaatçi yapısını aynen devlete taşımasının sonucudur.
Şu var ki, AKP’nin ‘’ulus-cemaati’’ni referans almasa da cemaat gibi işleyen bir devlet yaratma ‘’başarısı’’nın sürdürülebilirliği onun iktidarda kalmasına bağlıdır. Yine de bu, AKP’lilerin ve Reis’in etnik-kültürel temelde olmasa da dinî inanç temelinde türdeşliğe dayanan bir ‘’millet’’ cemaatinin siyasî organizasyonu anlamında bir devlet tasavvuruna sahip olmadıkları anlamına gelmiyor.
Kısaca, bugün itibariyle AKP siyasî parti görünümlü bir cemaattir ve devleti de cemaate dönüştürmeyi başarmıştır. Onun için, AKP cemaatinden olmayan Kılıçdaroğlu’na devletin kapılarının kapalı olmasına şaşırmamak gerekiyor.
Bu sefer yazı olmuş din mezhep ırk somurusu ucuz popülist politikalar ülkelerin canına okuyor